Baltık’ta ama Baltık’tan biraz uzakta bir şehre; Litvanya’nın başkenti Vilnius’a gidiyoruz bu kez. Vilnya Irmağı’nın Neris ile kesiştiği yere.
Avrupa’nın en yoksullarından kültür zengini olan şehrin neredeyse tamamı tarihlerinin aktarımı gibi. İlk gittiğimde yoksulluğun izlerini her yerde görmüşken; sanırım “politik nedenlerle de” hızlıca Avrupa Birliği’ne girişi ve para aktarımıyla eli yüzü değişmiş kentin. Son gittiğimde neredeyse tam bir Avrupalı’ydı artık. Binaların çoğu restorasyondan ve rönevasyondan geçmiş, çoğu boş binaya işlevsellik kazandırılmış. Şehrin dokusunu belirleyen gotik, barok, rönesans ve klasik kuzey mimarisinin yanı sıra yansıttığı Ortaçağ tarihi ve kültürü nedeniyle 1994’te UNESCO Dünya Kültür Mirası’na dahil edilip koruma altına alınması da bu hızlı onarımda çok etkili olmuş bence (İlk rehabilitasyon çalışmaları 1956–1958 ve 1970–74 yıllarında başlamış aslında.)
Burada ilk yerleşimin küçük gruplar halinde ve Mezolitik (M. Ö. 10.000 ile 8.000) dönemde başladığını; bölgeye yayılmış arkeolojik buluntulardan anlıyoruz. Gedimino Tepesi’ni çevreleyerek oluşrurulan Baltık halkını Alman işgalcilere karşı korumak için inşa edilen ahşap kale, Neolitik dönemden. Pek bir koruma sağladığı söylenemez. Erken Ortaçağ’da Baltık halkı ve sonrasında Slavlar, Yahudiler ve Almanlar mesken tutmuş yöreyi. Polonya, Almanya, Avusturya, Rusya hatta İngiltere ve İskoçya da tarihine, politikasına, dokusuna dokunmuş Litvanya’nın; dolayısıyla Vilnius’un. Büyük yangınlar, katliamlar ve savaşlarla yoğrulmuş, yorulmuş şehir.
Bazı tarihçiler Kral Mindaugas’ın Voruta yerleşkesindenden ve onun kayıp krallığından bahseder. Bu ve benzeri birçok söylem, rivayet, hikaye ya da siz her ne derseniz dolaşıp duruyor bu bölge ve bölge yerleşimcileri ile ilgili. Yerleşke 13. yüzyıla kadar küçük bir kasaba. Litvanya Dükü Gediminas’ın 1323 tarihli mektuplarında, buradan Litvanya’nın başkenti olarak bahsetmesi buranın artık önemli bir merkez olduğunu anlatıyor bize ve burayla ilgili eldeki ilk yazılı kaynak da bu mektup.
15. yüzyıla gelindiğinde ise Litvanya Büyük Dükalığı, başkent Vilnius ile, güneyde Karadeniz’e, Kuzey’de Kuzey Baltık Denizi’ne uzanan, Avrupa’nın neredeyse en çok işgal edilen ülkesi. En son 2. Dünya Savaşı’nda, son işgallerden sonra elde pek bir şeyleri kalmamış yıkıntılardan başka.
Neyse.. Biz şehrimize dönelim..
Orjinal kaleyi ortalayıp; Upper (alt), Lower (üst) ve Curved (eğimli) üç kale ve onları birleştiren duvar-surlarla oluşturulan çemberin içindeymiş Ortaçağ’daki yerleşim. Paganlıktan 1300’lerin sonlarında Hıristanlığa geçiş mimari öğeleri de etkilemiş. Hızla gelişen şehirde Katedral, St John kilisesi ve mensuplarının mahallesi, Cistercian (bir tür mezhep diyelim) Manastırı, Franciscan Kilisesi ve Manastırı bu çemberin içindeki yapılardan. Ancak hepsi 1471’deki büyük yangında çok tahrip olmuş. Ve ayakta kalanlarla duvarlar 1503–1522 yıllarında savunma amaçlı elden geçse de şehrin ilk yerleşim üslubundan sapmalar olduğu düşünülüyor. Bu arada çok dinli bir yerleşke burası. Yahudiler de büyük bir çoğunlukmuş. 2. Dünya Savaşı’nda Hitler dönemindeki katliamdan sonra neredeyse yüzde birlere düşmüş nüfusları.
1530’daki diğer büyük yangından sonra şehir bu kez farklı kültürlerin etkisiyle yeniden yapılanıyor. Doğu-Batı ticaret yollarının üzerinde olması ve gelişen ticaret beraberinde kültür aktarımlarını da getirince bu hayatın her alanına yansıyor. 1522 yılında matbaa, 1579’da da ilk üniversitesini kuruyor şehir. Sadece buradan bakarak bilimin, eğitimin, kültürün hem devletleri hem halkı açısından önemini kavrayabiliriz. Üstelik onca işgal ve yangın hiç yakalarından düşmediği halde. Yangınlarda sadece 40 küsür dini yapının tamamen yok olduğu söyleniyor bilinenlerin dışında. 1610’daki yangından Upper kalesi ve yeni katedral, 1715, 1737, 1748 ve 1749’daki yangınlarda daha nice yapılar nasibini alıyor.
Bir taraftan işgallerle de kesintiye uğrarken hayat; Şehir Hali, Arsenal ve Tyzenhauzai Rensai Pacai ve Masalskiai sarayları bu yıkıntılar üzerinden yükseliyor, yanıp-tahrip oluyor ve onarılıyor tekrar tekrar. 1795’te Rusların işgali şehir yapılanmasını kendi karakteristiğinin biraz daha dışına itiyor. Özellikle Katedralin 1837’de akademik üslubun çok dışında uygulamalarla elden geçtiğini görüyoruz. 2. Dünya Savaşı ile Almanya’nın ve sonrasında Sovyet Rusya’nın işgali bunca badireden sonra bile bu şehrin ve insanlarının yaşadıkları en büyük travma. Şehirden çok insanlarının rehabilitasyonu daha çok zaman almış ve daha da alacak gibi. Neyse ki inanılmaz bir kültürel altyapı, sanat eğitim-bilime odaklı bir yaşam üslupları var.
Aslında tarihi öylesine detaylarla dolu ki biz çok da ayrıntıya girmeden üzerinden şöyle bir geçtik. Ve artık şehrimizi gezelim artık bence. Belli bir sıralama olmaksızın gezilesi bu yerleşkeye sıradan bir bakış için bile bence minimum iki tam gün ayrılmalı diyorum. Çünkü şehrin içi kadar civarda da görülmesi gerekenler var.
Şehirde Gediminas Kalesi ve Müzesi en önemli yapılarından. Yukarıda bahsetmiştik tarihinden kalenin. Restore edildiği her dönem farklı bir tarz katmış. Ama son hali Barok diyebiliriz. 1610’lu yıllarda birçok bölümü hapishane olarak kullanılmış. Şehrin tepesindeki bu yere yürüyerek tırmanabileceğiniz gibi, füniküler tipi tren de olduğunu hatırlatayım. Terastan şehrin panoramik manzarasını seyretmeyi ve müzenin avlusunda uygulamalı sanatlarla ilgili çalışmaları atlamayın derim.
St. Stanislaus ve St. Ladislaus Katedral ve Bazilikası da şehrin pagan tapınağından sayısız eklemelerle dönüştürülen en önemli Katolik bina. Çanı, şapelleri her tarih katmanında farklı şekillenmiş. Bazı bölümlerinin bir dönem tamir atölyesi olarak da kullanıldığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Hazır Katedral Meydanındayken Ulusal Müzeyi de gezebilirsiniz. İster bir moladan önce, ister sonra.
St. Anne’nın kilisesi de dini yapılar içinde en özelliklisi gibi. Ve yapıldığı 14. yüzyıldan bu yana hiç hasar almamış gotik bir şaheser. Aziz Catherine Kilisesi barok ve rokoko tarzı süslemeleri açısından zengin taş iki kulesiyle 1743 yılında inşa edilmiş. Dar koridorla manastıra bağlı. Bugünlerde müzik performansları ile de kullanılıyor.
Aziz John Kilisesi de şehrin en etkileyici barok yapılarından. 1426’da biten yapım macerası neredeyse 40 yılı geçiyor (Mimarlık fakültesinin hemen yanında.) Ve bir diğer barok kilise Aziz Petrus ve Aziz Pauls kilisesi. Bir pagan mabedinin bulunduğu yerde yapıldığı söyleniyor. 1500 yılında ahşapmış ilk yapıldığında. Choral yada Choraline Sinagogu mağribi üslupta.
Aziz Michael ve Konstantin kilisesi ise 1913 yılında Romanov hanedanlığının 300. yıl kutlamaları kapsamında yapılmış yeşil süslü kubbeleriyle bir Rus Ortadoks kilisesi.
Ve şehirde irili ufaklı birçok ibadethane var. St Michael, Aziz Stephen, Aziz Casimir, All Saints, St Theresa kiliseleri önemlileri. Ama birçok farklı din için farklı yapılar şehrin biçimlenmesinde önemli öğelerden. Ne kadar kullanılıyorlar bilmesem de sanırım kuzeyin en dindar topluluğu gibi Litvanyalılar. Ve enteresan inanışları bugünlere kadar yansımış. Mesela Dawn kapısı; Katolik ve Ortodoks halkın altından geçince iyileştirici gücü olduğuna inandığı, 1522’de tamamlanan kentin özgün savunma duvarlarından geriye kalan rivayetlerle de örülü kapı. Ne diyelim?
Şehri; caddeleri ve meydanlarıyla dolaşırken birçok müze de göreceksiniz. Ancak Soykırım Müzesi bir insanlık dersi verir gibi. Amber Galeri’yi de dolaşın derim. Nehrin hemen karşısında Kopenhag’daki Cristiana benzeri özerk bir yerleşim alanı var: Uzupis. Statü açısından benzeseler de konsept biraz farklı. Biraz şaka biraz ciddi kendi anayasası, bayrağı hatta pasaportu var bu cumhuriyetin. Sanatçılar yerleşkesi. Anayasaları çok etkileyici. Herkesin birey olma hakkının, yaşama hakkının yanı sıra kedilerin nankör olma hakkı da öngörülmüş. Seveceksiniz bu anayasayı ve buradaki insanları. Bence duyarlı bir halkın, özellikle entelektüel kesimin yaşanmış bunca savaşa, kitlesel imhalara, insanlıkdışı uygulamalara insanca bir vurgusu gibi burada aktarılmak istenenler. Burada olmaktan, burada bir şeyler yiyip içerken gözlem yapmaktan, sohbet etmekten keyif alacaksınız bence.
Bir diğer etkileyici yer de
TRAKAİ
Vilnius’tan yaklaşık 30 km uzaklıkta Trakai’yi görmeden sakın ayrılmayın bölgeden. Litvanya’nın eski başkentidir burası. Göllerin, tepelerin biçimlediği inanılmaz güzellikte bir coğrafya. Bölge zenginlerinin de sayfiye yerleri bu göllerin etrafı. Ancak bizim buraya gelmekteki asıl amacımız Ortaçağ’dan kalan bir ada üzerine kurulmuş kale ve gotik saray. 14. yüzyılın ikinci yarısında başlanmış ve ancak 15. yüzyılın başlarında bitmiş buradaki yapılar. Siyasi ve ekonomik gücünü 16. yüzyıl’da biraz kaybetse de her zaman gözde bir yaşam alanı olmuş burası hükmedenler için. Ve ilk dönemde bölgenin en etkili askeri gücü Türk boylarından. Özellikle Batı’dan gelecek işgalcilere karşı oluşturulmuş buradaki askeri birlik. Bu yüzdendir ki civarda Türk geleneklerini yansıtan bir çok şeyle karşılaşacaksınız. En bariz olanı yemekler.
Kale ve saraya gelince..
Tarihinin, kültürel anıtların, masif kulelerin kısaca mimarinin; kanallarıyla, köprüsüyle bu coğrafyaya kattığı, efsanelerin zenginleştirdiği; içinde başlangıçtan bugüne oradaki hayatı yansıtan objelerle, vitraylarla da yoğunlaşan mistik bir ruhu var sanki buranın. Tamamı etnografik müze buranın.
İdam ve işkence ile ilgili alanlardan geçerken 1750’de Vilnius Üniversitesi’nde Felsefe Okulu olduğunu bilmek gördüklerinize tolerans sağlamasa da, insanlığın değil ama insanın gerçeği diyeceğiz artık.
Bu arada, araçsız iseniz Vilnius’tan otobüs seferleri var buraya diye de notumuzu düşelim.
Vilnius’u gezerken molalarınızın birinde benim için de bir kadeh şarap için ya da bir kahve…
Yollarınız hep açık olsun…