Karl Marks’ın doğduğu, içinden nehir geçen bir şehir daha. Milattan Önce 15’lere dayanan geçmişiyle bir Alman klasiği… Tarihi bir yolculuğa hazırlanmak ve geçmişin tadını, dokusunu duyumsamak istiyorsanız Rheinland-Pfalz Eyaleti’nde Almanya-Lüksemburg sınırında Mosel Nehri vadisindeki bu küçücük Orta Avrupa şehrine yolunuzu düşürmelisiniz. Bizim ziyaretimiz bir festivalle çakıştı. Şehri renkli yapan bu güzel tesadüf müydü, ortaçağın büyüsü mü, yoksa içtiğimiz yerel şaraplar mı bilmiyorum ama biraz matbu tarihin arasına görsel izlenimler de katarak bu kez sizinle çıkıyoruz yola bu şehirde.
M.Ö. 15 yılında Roma İmparatoru Augustus tarafından kurulan ve Augusta Treverorum olarak adlandırılan bu yerleşkenin M.Ö. 17’den sonra artık şehir olarak geçtiğini görüyoruz kayıtlara. Şehrin görkemi ile ilgili ilk bilgiyi de Romalı bir coğrafyacıdan öğreniyoruz. M.Ö. 44 yılında Pomponius Mela notlarında çok zengin bir şehirden bahsediyor bu bölgeyi işaret ederek.
M.S. 2. yy’da Barbara hamamları, Roma köprüsü, amfitiyatro, sirk alanı, 4 giriş kapısı ile şehri çevreleyen surlar Romalılar tarafından yaptırılıyor. Şimdi bu kapılardan ayakta kalan sadece Porta Nigra. Alplerin kuzeyindeki en büyük Roma kapısı. Dibinde bir mezar ve kilise var hemen kapının. Sicilya doğumlu, Yünanlı bir keşiş, yaklaşık 7 yıl, ölümüne kadar burada inzivaya çekilmiş ve buraya da gömülmüş 1035’te. Ölümünden sonra yaşadığı yer iki katlı kiliseye dönüştürülmüş. Aziz ilan edilen keşişin adı bugün Porta Negro’daki bu kilisede ve hemen yandaki caddede yaşıyor; St. Simeon’s Church ve Siemonstr. Ancak kiliseden geriye birkaç duvar süslemesinden başka bir şey kalmamış, harabe görünümünde. Hemen yanda da şehir müzesi var. Tekstil ağırlıklı bir koleksiyon ve Rönesans resimleri sergileniyor içeride, Mısır mumya portreleri , Kıpti heykelciklerin yanı sıra.
Müzeden sonra Simeonstrasse’ den yola devam ediyorsanız, “üç magi evi” diye bilinen enteresan bir yapı çıkacak önünüze. 1230 yılında şehir surları henüz tamamlanmamışken yapılan bina merdivenle ulaşılan kapı ve kuleleriyle saldırılara karşı korunma amacıyla planlanmış. İçeride bir kahve içmek isterseniz pastalar da şahane.
260 – 274 yıllarında Galya “özel” imparatoru tarafından REZİDANS ŞEHİR olarak tanımlanan bu kenti 275’te Almanlar biraz harap ediyorlar. Bu şehre bilinen ilk saldırı bu.
Konstantin Maxentius, “Roma’nın ilk hıristiyan imparatoru ve İstanbul’un kurucusu” 312’de Milvi köprüsünü ve bazilikayı yenilese de 5. yy. şehir yeni akınlara, savaşlara sahne olduğundanki önce Vandallar sonra sırasıyla Süebler ve Franklar çok hasar veriyorlar şehre. 480’de artık Frankların elinde şehir, 870’de Doğu Frank-Alman İmparatorluğuna katılana kadar.
Konstantin Basilikası, Konstantin’in taht odası, Roma döneminden kalan en büyük tek odalı yapı. 27 m genişliğinde, 33 m yüksekliğinde ve 67 m uzunluğunda inanılmaz ölçülerde. Optik yanılsama yaratan giderek küçülen nişler var. Daha sonra başpiskopos burayı yönetim merkezi olarak kullanmış. 1614’de 3 kanat, 1791’de Rokoko tarzı bir kanat eklenerek 19. yy. ortalarından bu yana da Protestan kilisesi olarak kullanılmaya başlanmış. İlk ve en eski Protestan kilisesidir Trier’in. Bu bölge din ve dindarlık anlamında son derece tutucu.
Ama yine de 14. yy. başında yargıçlar ve esnaf locasından oluşan bir komisyon, şehrin anayasasını yaparak din eksenli yönetime, eşitlikçi bir hukuk sistemi oturtmaya başlıyorlar. Ama piskopos bir elektör, yani kralı seçen beylik üyelerinden biri yine de 1346 – 1356 yıllarında…derken Elektör sarayına bir göz atalım.
Basilika’nın hemen yanında dünyanın en güzel Rokoko tarzı sarayları arasında. 1615, elektör Lothar von Metternich zamanında sarayda bugünkü durumuyla baktığımızda sadece kuzey ve doğu kanatları varmış. Philipp Christoph von Soetern ile batı ve güney kanatları eklenirken (bu arada güney kanadındaki merdiveni mutlaka görün) Carl Caspar von der Leyen ile de son halini alan bina, güzelliğini hayran olunası bir bahçe ile de taçlandırmış. Johannes Seiz’in tasarlanarladığı ve 1756’da Başpiskopos Johann Philipp von Walderdorff tarafından yaptırılan bahçedeki heykeller ise Ferdinand Tiet’in. Bahçe açıkhava konserleri için kullanılıyor. Şansınıza… belki güzel bir dinletiye rast gelirsiniz bu güzel bahçede.
Hazır saraylara çevirmişken yüzümüzü; Walderdorff sarayı.. Başpiskopos ve elektor Johann Philipp von Walderdorff 1765’de Mimar Johannes Seiz tarafından tasarlanan binanın temelini atmış. Ancak istilalar sırasında Fransızlar kliniğe, Prusyalılar Hükümet merkezine dönüştürmüşler yapıyı. Genel restorasyondan sonra da galerileri, kitaplık, ofisler vs ile alışveriş dükkanlarını da kapsayan bir kompleks olmuş diyerek yine bir saray ile devam edelim yola.
Saray mı, büyük ev mi? Aslında tipik bir küçük kasaba sarayı Kesselstatt. Karl Melchior Baron von Kesselstatt için 1740 ile 1745 arasındaki Mainz’lı mimar Johann Valentin Thoman tarafından inşa edilmiş. Birçok kez onarılan yapı, bugün bir ofis binası. Doğusundaki bir sonraki kapıya giderseniz eski bir manastır-ev ve şarap mahzeni bulacaksınız. Yani bu küçük saraydan boşuna bahsetmedim.
Görmemiz gereken bir sarayımız daha var. Şehir gezisini bitirdikten sonra ve belki şehri terkederken planlanmalı oraya bakmak bence. Gerçi çok yakın. Trier – Zewen yolunda. (B49). Trier Katedrali Dekanı Walderdorff Philipp Franz Kont’un 1779 ve 1783 yıllarında Mosel nehrinin batısında Fransız neo – klasik tarzdaki yazlık binaları Fransız Mimar François Ignace Mangin tarafından yapılmış. Yazlık eğlence evi bağlamında Monaise Sarayı denmiş buraya. Bina çeşitli dönemlerde farklı kişi ve gruplar tarafından çok farklı amaçlarla kullanılmış. Şimdi ise size parmaklarınızı yedirecek kadar güzel mönüleri olan restaurant. Benden söylemesi diye notumuzu düşelim.
Etki alanları çeşitli dönemlerde azaltılıp çoğaltılsa da din hep yönetimin, hayatın içinde olmuş diyerek konumuza, şehre geri dönelim.
Daha önce geri çekilmiş olan Trier piskoposu, Karolenjler zamanında Metropolit haklarını, 958’de Heinrich 1. Otto’dan da ticaret haklarını geri alıyor mesela.
Dom yani Katedral, şehir 882’de Normanlar tarafından bu kez neredeyse yerle bir edildikten sonra, 11 yy.’da inşa ediliyor. “Domkirche St. Peter” St. Peter Katedrali birçok binadan oluşmuş. 26 m yüksekliğinde duvarlar ve girişindeki granit sütun Roma döneminden kalma. 5. ve 9. yüzyıllarda yıkımlardan sonra kalan bu çekirdek, farklı zamanlarda, genelde Romanesk eklemelerle genişletilmiş. Bir vaftizhane ile 4 bazilika kilise var bu koplekste. Bunların içinde en çok ilgi çekeni ise Liebfrauenkirche.
13. yy.’da başpiskoposlar Bruno ve Albero Liebfrauenkirche, (Meryem Ana Kilisesi) inşa ediyorlar. Almanya’nın gotik üslupla yapılmış en eski kilisesi. St. Peter Katedrali’ne sütunlu bir yol ile bağlı. Kilisenin altında hala kazılar devam ediyor.
Şapellerden birinde 1512’den beri kutsal elbise, İsa’nın elbisesi sergileniyor. Sırf bu nedenle sayısız haç yolculuğu yapılmış bu şehre. Öykü şöyle: Büyük Konstantin’in annesi Helena tarafından getirilmiş buraya. Yohannes İnciline göre İsa’nın elbisesi parça parça edilip askerler arasında dağıtılırken; – üstlük mü tam anlayamadım tek parça dikişsiz bu parça – üstlük askerin birine kura ile veriliyor ve elbisenin serüvenli yolculuğu bu kilisede bitiyor. Şu haç meselesi ile ilgili olarak Martin Luter 1546 yılında “Sevgili Almanlara Uyarı” başlığıyla hazırladığı makalede durumu eleştirip böyle yalanlara kanmamaları uyarısında bulunuyor Almanlara. Haklı m? Neyse… inançları sorgulamıyoruz.
Martin Luter’den bahsetmişken, bu şehirde ilk üniversite 1473 yılında kuruluyor ama 17. yy.’da 30 yıl savaşlarıyla şehir yine büyük zarar görürken üniversite de pek kurtulamıyor bu yıkımdan. 1794’te Fransız devrim orduları şehri teslim alıyorlar, 1814–15’te şehir Prusya’lılara geçiyor, 1870 ‑71’de Prusya, Ren bölgesi Alman İmparatorluğunun bir parçası oluyor. 1946’da da yeni kurulan eyalet Rheinland Pfalz’ın sınırları içinde kalan şehir 2. Dünya Savaşı’ndan yara almadan kurtulup 1970’te tekrar üniversitesine kavuşuyor. Eğitim ve disiplin..ve tabii sanat.
Eski amfitiyatrodan sadece kalıntılar var ama düzenlenmiş alan açık hava konserleri ve festivaller için kullanılmakta. Akustiği çok iyi. Roma döneminde Arena olarak kullanılmış ve çok vahşi, kanlı oyunlar sergilenmiş burada. Neyse..
Şehri Romalılar kurduğuna göre hamamları atlamak olmaz. Şehrin kuruluşuyla var olur Roma kentlerinde hamamlar. Bu küçücük şehre 3 hamam yapmış Romalılar. Özellikle imparator hamamları çok etkileyici. Dev bir yüzme tesisi hayal edin. Tüneller, kazan ve ısıtma sistemleri ve çeşitli banyo odaları. Sıcak su banyoları, soğuk su banyoları…
Bir diğeri Forum hamamları. Manastır, bağlar, mezarlık ve hamamdan oluşan kompleks. Kalıntıları müzede görebilirsiniz.
Ve bir diğeri Barbara Hamamı. Bu en büyük hamamın kalıntıları üzerine yapılan bina 1610’da cizvit okulu, ortaçağda da onarımlarla, eklerle kale olarak kullanılmış. Ana alanları ve yeraltı hizmet tünelleri ayakta ama ısıtma sistemlerinin teknik ayrıntılarını, havuzları, fırınları kanalizasyon sistemleri hakkında da bir fikriniz oluyor gezerken.
Hazır sulara bu kadar dalmışken Ren’in bir kolu olan Mosel nehri üzerindeki Almanya’nın en eski köprüsünü atlamayalım. Ayakları taştan olan ki bu taşların bazalt zengini Eifel dağlarından bloklar halinde getirildiği düşünülüyor, bu Roma Köprüsü M.S. 144–152 yıllarında yapılmış. Ayaklar nehir yatağının altındaki kayaya kazıklanarak gömülmüş. Üzerindeki kemerler ve karayolu ise 18. yy.’dan.
Steipe ve kırmızı ev, Karl Marx’ın 5 Mayıs 1818’de doğmuş olduğu ev. “Ev şu anda müze, Franko ve Jerusalem kuleleri, çoğu minik meydanları siz şehri gezerken yolunuzun üzerinde olacak. St. Michael, St. Irminen, Jesuit Church (Jesuitenkirche), St. Gangolf, St. Paulin, St. Matthias kiliseleri de, birçok müze ve doğal parkları da.
Bu kadar küçük bir şehirde yakaladığım önemli bir başka şey, ya da benim algım diyelim, kurulduğu zamandan bugüne kent yaşamını ve kentliliği günümüze kadar taşımış olması. Onca savaşa onca yıkıma karşın. Ve bence bu nedenledir ki 1986’dan beri UNESCO Dünya kültür mirasının bir parçası olarak kabul ediliyor Trier.
Yolunuz hep açık olsun…