GEZİ / NİSAN 2016
Geçmişini bugüne taşırken geçmişi ile olduğu kadar bugünü ile de yüzleşen, kendisiyle barışık mutlu bir küçük şehre gidiyoruz bu kez. Belki de insan-doğa-mimaride gözlemleyeceğimiz uzlaşmış kültürü nedeniyle “Capital of a reconciled Europe” diye anılır olmuş Strasbourg… Almanya ve Fransa’nın arasında her el değiştirişte yeniden biçimlenen küçük ama çok değerli bir mücevhere yolculuğumuz.
Yakın tarihi bilindiği için kısaca ilk zamanlara şöyle bir bakıp hatırlayalım, gerisini zaten şehir anlatacak bize kendi dilinde.
Yerleşik bir site olduğuna dair ilk buluntular M.Ö. 1300’lere dayansa da şehirleşme süreci M.Ö. 3. yüzyılda Argentorate adı altında Keltlerle başlıyor. Hemen sonrasında Ren kıyılarına ulaşan Sezar’ın Romalı askerlerini M.Ö. 58’de görüyoruz karşı kıyıda. Askeri bir üs olarak başlayan yerleşime Argentoratum adını vererek, çok kısa bir sürede nüfusu hızla artan bir koloniye dönüştürüyor Romalılar burayı. Ve tabii eski avcı-balıkçı yerleşim alanı da nehrin iki yakasında yıllar süren güç savaşlarının çekim merkezi oluveriyor.
Buranın Kuzey İtalya-Galya (Fransa) başta olmak üzere özellikle ticari yolların önemli merkezlerinden ve Roma-Cermen sınırında olması da tabii Germenler başta olmak üzere diğer egemen istilalarının en büyük etkenlerinden.
Bu süreçte M.S. 451’de Hun İmparatoru Atilla tarafından tamamen yok edilen Argentorate ve sonrasında 496’da Franklar tarafından devşirilen Argentoratum’un Strateburgum adı ile anılmaya başladığını görüyoruz. Savaşlar kadar veba ve yangınlardan da payını alan şehir için Strasbourg adı; ilk kez 842’de bir metinde geçiyor. Kökeni Antik Alman dili olan bu adın anlamı ise Yolların Şehri. Neredeyse her sokağın her binanın bir hikayesi olan, Ren nehrinin hayat pompalayan damarlar gibi sarmaladığı bu şehre çok da yakışıyor bu isim.
İşte şimdi hep birlikte Alsas bölgesinin kültür, tarih, sanat ve siyaseti içinde harmanlayan bu güzel, küçük Fransız şehrinde dolaşaşacağız. Ve tabii şarabın, müziğin, doğanın da tadına vararak…
Öncelikle önemli binalara bir göz atalım diyerek Katedral Meydanı katedralden başlayalım gezimize.
Şehrin sembolü de olan Notre-Dame katedrali; merkezde ve şehrin neredeyse her yerinden görülebilir bir konumda. Fransız şair ve yazar Paul Claudel, Stendhal ve Goethe’nin göndermeler yaptığı muhteşem bir Gotik eser olan bu bina; eski bir Roma tapınağı üzerinde yükseliyor aslında. 1015’de başlayan tarihi, bir yangınla kesintiye uğrayınca Romanesk bir kiliseye devşiriliyor ve sonrasında bugünkü görünümünün temelleri atılıyor 1284’de. Vosges yakındaki dağlardan taşınan kırmızı taşlarla santim santim çalışılarak 1439’da tamamlanmış diye aktarılıyorsa da, yine savaşların tahribatı, yangınlar yüzünden hem restorasyon, hem donanım olarak gelişmeyi sürdürmüş bina yaşayan bir organizma gibi. Katedralin inşası sırasında açılan taş atölyesi, imalattan restorasyona o günden bu güne çalışır durumda.
Katedralin 142 metreye varan yüksekliği, Gotik ana girişi, üçlü portal üzerinde bulunan 13. ve 15. yüzyıldan kalma heykelleri, gül desenli pencereleri, kulelerindeki estetik ve ince işcilik içimizi yumuşatsa da egemen gücün din- ağırlığını omuzlarınıza yükler, sizi ezecekmiş gibi. Ya da isterseniz rolleri değiştirin ve kuleye siz çıkıverin… hem şehre hem katedrale yukarıdan bakın. Ne yaparsanız yapın, katedralden içeri girince o duygu yeniden sarmalayacak sizi.
İçerisi 1453 yılında Dotzinger tarafından yapılan yüksek Gotik tarz vaftizhane, 1485’de Nicolas Roeder’in Zeytin Dağı betimlemesi, 1498’de Hans Hammer tarafından sayısız heykelcikler ile süslenmiş muhteşem minberi ve yine Orta Çağ’dan kalma Aziz Lawrence portalı, ek sunaklar, halılar, muhteşem vitraylarını da göz önüne alırsak; burası bir sanat ve biraz da teknoloji müzesi gibi. Silbermann imalatı 1714 yılında yapılan devasa org bir yana; bence en etkileyici eser, Schwilgué tarafından ilkinin yerine geliştirilen astronomik saat. Tobias Stimmer’in ve aslında birçok İsviçreli saatçiler, heykeltıraşlar, ressamlar, mekanikçilerin de katkılarıyla yapılan ve yerine yerleştirilen saatin şu an üzerindeki mekanizması 1842’den beri tıkır tıkır çalışıyor. Nasıl etkilenmez ki insan; yaşamın evrelerini ve zamanı böyle bir üslupla, mimari-teknik-sanat kullanarak bize aktaran şaheseri görünce.
Unutmadan… Buradaki ilk astronomik saatin “L’horloge de Euler” firması tarafından 1352–54 yılları arasında geliştirilmeye başlandığını ve ancak 16. yüzyılda durduğunu da not olarak ekleyelim. Bu saatle ilgili efsane-söylentileri ise es geçiyorum.
Şanslı iseniz kaldığınız süre içinde burada bir konser ziyafeti çekmeniz mümkün kendinize. Diğer etkinlikler ise çoğu zaman neredeyse devamlı. Bir sergi ya da bir sunum.. İlginizi çekecek bir şeyler mutlaka olacaktır.
Katedral Meydandanında katedral kadar görkemli olmasa da çatısındaki kuş odaları, cephesindeki ahşap bezemeler, küçük vitraylı camlarıyla en az onun kadar sanata adanmış gibi görünen bir bina gözünüze çarpacak. Yapımına bir bankerin evi olarak 16. yüzyılda başlanıp 18. yüzyıla kadar devam etmiş inşaatı ve resrorasyon rönevasyonlarla günümüze kadar gelmiş olan Maison de Kammerzel. Geç dönem Gotik ile Alman Rönesansını barıştıran bu binanın içinde yerel ressam Léo Schnug’ın freskleri ve muhteşem yerel mutfağı olan bir restoran var.
Burada biraz dinlenip, bir şeyler atıştırıp yerel şarapların da tadına vardıysanız; yine Fransız Barok mimarisinin Alman Rönesansı ile flört ettiği bir başka binaya; üç müzeye (Arkeoloji, Dekoratif Sanatlar, Sergi salonu) ev sahipliği yapan Palais Rohan-Rohan Sarayına göz atabiliriz. Şehirdeki bir çok saraydan biri. Kardinal Armand Gaston Maximilien de Rohan için 1727 yılında mimar Robert de Cotte tarafından planlanıyor bina ve patriğin ikametgahı olarak 1262’de Quinze yani Rokoko üslubunda inşa edilmiş sarayını temel alıyor inşa için. Bitirilmesi 1742 yılına kadar sürse de savaşlar ve yangınlardan çok etkilenip neredeyse sürekli restorasyonlarla günümüze kadar taşınıyor bu güzel eser. Saray Fransız Kültür Bakanlığı tarafından Tarihi Anıt Eser olarak değerlendirilmesi için haklı gerekçelere sahip. Müzelerin detaylarına pek girmeyelim., ilgi alanınızda ise siz zaten gezeceksiniz. Ana bina, kollar, avlu, dövme demir parmaklıklı teras, yani binanın kendisi ve manzara da bir başka kazanım belleğe diyerek tarih kokan bir başka müzeye geçelim.
Alsace kültürünü geçmişten bu güne çeşitli objelerle, yazılı dökümanlarla yansıtan enteresan bir müze daha var görmeniz gereken. Alsace Müzesi. 1800’lü yılların ikinci yarısında inşa edilmiş bir bina evsahipliği yapıyor ama, müze 1907 yılında Alsas burjuvazisinin kadınları tarafından açılmış. Günlük yaşamdan sanata, ticaretten siyasete bölgeyi yansıtan küçük ama organize bir müze burası. Ve kendilerinin hazırladığı basılı kaynakların yanı sıra yine kendilerine ait Alsace dilini korumak ve geliştirmek adına bir de dergileri var. “Illustrated Alsatian Magazine” adı altında basılıp dağıtılan.
1988’den bu yana UNESCO Dünya Mirasları listesinde yer alan, daha bir çok müze kıvamındaki binaları, kiliseleri, sinagog ve evleri hatta sokakları ve meydanları ile size kendini gururla anlatan bu şehir; yakın tarihi ve dünya siyaseti ile bağlarını da bir çırpıda gözlerinizin önüne seriveriyor. Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ev sahipliği yaptığı için Avrupa Birliğinin en önemli kentlerinden. Fransa’nın en temiz ve düzenli kentlerinden olması bu yüzden midir ya da etkileşim ve oluşum karşılıklı mıdır pek bilemiyorum ama eğer Paris’e gittiyseniz ne demek istediğimi daha iyi aktarmış olacağım size.
Pek olası olmasa da binalardan sıkıldıysanız eğer; eski şehrin sokaklarında ve su yollarıyla örülmüş La Petite France (Küçük Fransa) küçük bir turun zamanı gelmiş demektir.
İster yürüyerek ister teknelerle yapın bu turu. Ve en güzeli iki seçeneği de değerlendirmek. Kesişen kanallar, tarihi binalar, (binalardan kaçış yok – parklara çıkmadığınız sürece) evlerle, çeşitli üsluplardaki köprülerle oldukça masalsı bu bölge. Geçmişindeki tabakhaneler ve değirmenlerle iş ve işçi merkezi görünümünden bugün hiç eser yok. Tabii 16. 17. yüzyıldan kalan binalar güzelce restore edilip işlevselleştirilmiş. Bu binalardan en dikkati çeken 1572 yılında yapılmış olan Maison des Tanneurs (Tanneurs’un Evi). Ünlü bir turşucu (lahana) restoranında mola vermek isteyebilirsiniz belki tekne turundan önce.
Tekne ile giderken nehrin kollarından birinde uzaktan bakıldığında 3 kule gibi görünen; aslında bir kapalı köprü ile kuleleri 1300’lü yıllarda savunma amaçlı yapılmış ortaçağdan kalma şehir surlarının bir bölümü. Bir çok kez restore edilmiş ama 19. yüzyılda ağırlıklı olarak taş malzeme kullanılarak yeniden yapılmış bu köprü. Hemen arkasında ise Vauban Barajı var. Fransız askeri mühendis Vauban tarafından sel ve saldırılara karşı önlem ve savunma amacıyla tasarlanarak 1681 yılında inşa edilmiş. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılda da teraslar eklemişler. Panoromik bir bakış için de mükemmel bir yer, tadını çıkarın buranın, şehrin ve çevresinin. O kadar güzel parklar var ki…
Göçlerin-göçebelerin (kuşlardan bahsediyorum) doğasını-doğal hayatını zenginleştirdiği bu rüya gibi şehre gitmediyseniz eğer, birgün mutlaka düşürün yolunuzu. Matbaanın doğduğu, sanatla yolların hep kesiştiği şehre.
İsterseniz saraylarında, kiliselerinde, sokaklarında, meydanlarında, kanallarında, isterseniz restoranlarında kafelerinde, parklarında, bahçelerinde… İstediğiniz yerinde kaybolun, istediğiniz yerinde yeniden yakalayın bu güzel eğitim, kültür, tarih ve gelecek kokan şehri…
Ve biraz fazla zamanınız varsa Colmar için de bir gün ayırın diye de ekleyelim.
Yollarımız hep açık olsun…