ARALIK 2015
Dergimizin geçen ayki (Kasım 2015) sayısında, “ülkemizden olanlara” farklı davranmamızın altında yatan sebepleri aramıştık. O zaman bahsetmeyi unuttuğum şeylerden biri ise, konunun çok daha kompleks olduğu ve iki sayfadan oluşan köşemde bazı bilgilerden feragat etmek zorunda kaldığımdı…
Bu yazımda ise, yine aynı tema üzerinden devam edeceğim. Konumuz sınırlar… Neden sınırlar mevcut? Neden devletler ülkelerine herkesi almıyor? Neden ben İzmir’e rahatça gidebiliyorum, fakat Danimarka’ya gidemiyorum! Herkes çok iyi bilir ki, eğer her önüne geleni kabul etsek, ülkemiz çekilmez bir hal alır. Sınırlar konusunda en beğendiğim argümanlardan biri, Joseph H. Carens’ın “feodal yapı” argümanı. Carens diyor ki, “Eskiden feodal düzen yüzünden içine doğduğun aile, senin geleceğini tam manada belirler.”
“Sınırları kapatmamızın feodal düzenden ne farkı var?” diye soruyor bize Carens… Anlatmak istediği şey çok basit, sizce bir bebeğin Afrika’nın en fakir yerinde doğmasıyla ve bu doğuşun o bebeğin bütün hayatını belirlemesiyle feodal yapı arasında ne fark var? O bebek birşey yaptı mı Afrika’nın o duruma gelmesi için?.. Hayır! Aksine, Avrupa’nın Afrika’yı kolonileştirmesi Afrika’nın bütün gelişimine sekte vurmuştur. Ayrıca, Afrikalı’lar krallığa çalışarak yardım ediyorlardı. Fakat, bugün sorsak herhangi bir Afrikalı Avrupa’ya elini kolunu sallaya sallaya gidebiliyor mu? Hayır! Halbuki Afrikalı’ların Avrupa’nın gelişmesinde çok payları var ve şu an Afrika’da doğan bir bebek hiçbirşey hak etmedi, fakir bir hayat sürmek için…
Liberal eşitçilik, bize haraket etme özgürlüğümüz olduğunu söyler. Yani, benim en doğal hakkımdır haraket etmek. İstersem Türkiye’yi terk ederim… İşin bu kısmında kimsenin problemi yok ve zaten ülkenizi terk etmeniz engelleniyorsa, sizin ülkeniz “Uluslararası İnsan Hakları”na karşı geliyor demektir.1 Yani, terk etmekte problem yok! Bir Afrikalı ülkesini terk edebilir. Fakat, ülkesini terk ettikten sonra hiçbir ülkenin bu Afrikalı’yı kabul etme zorunluluğu da yok!..
Bunu güncel Suriye problemine bağladığımız zaman göreceğiz ki, Suriyeli’ler ülkelerini terk edebilirler ama, onları hiçbir ülkenin kabul etme zorunluluğu yok. Bu kısım mantıksız değil mi? Bazı filozoflar bunu “evlilik isteği analojisi”ne bağlıyorlar. Mesela Mehmet bey evlenmek istiyor, ama etrafta onun kriterlerine uyan bir bayan ya da onu isteyen bir bayan yok. Ne olacak şimdi? Burada anlatılmak istenen şey, bazı şeyleri yapmakta özgür olsak da, bazı haklarımızı kullanamadığımız gerçeğidir. Benim Türkiye’den çekip gitmem, bana illa bir ülkenin sahip çıkacağı manasına gelmez.
Şunu söylemek isterim ki, en kosmopolit filozoflar bile sınırlarımızdan girenleri kontrol etmemiz gerektiğini ve gerekirse geri çevirmemiz gerektiğini söylerler. Yani, sınır kontrolünün boyutu hakkında konuşacağız, olup olmamasını değil. Şimdi size sınırlarımızı sıkı kontrol etmek hakkında iki tane güçlü argüman sunacağım.
Bu argümanlar filozof David Miller tarafından yazılmıştır. Birincisi kültürümüzü korumak için, ikincisi ise nüfusumuzu kontrol etmek için… İlki çok tartışılan bir konu, çünkü bu global kapitalizmin derinliğinde kültürlerin çok da birşey ifade etmediğini söyleyebiliriz. Japonya’nın çok farklı bir kültürel yapısı var ve kültürel kriterlere uyanları ülkelerine kabul ediyorlar.2 Burada sorulaması gereken soru, kültürler faydalı şeyler midir? Eğer bu soruya cevabınız evet ise, kültürümüzü korumak için göçmen olarak müracaat edenleri geri çevirmek zorundayız. Bana göre, kültürleri böyle izole etmeye çalışmak, o kültürlerin sadece daha dogmatik olmasını sağlamaktır.
Çünkü, birşeyin doğru olarak kalmasını istiyorsak, onu tartışmaya açık tutmamız gerekiyor. Ancak, bu şekilde John Stuart Mill’in dediği gibi, birşeyin “ölü doktrin” olmasını engelleyebiliriz.3 Buna göre, bir ülkenin sosyo-demokratlığıyla, ya da refah devleti olmasıyla, sınırlarını daha sıkı kapatması arasında güçlü bağıntı var. Bu noktada herkes fark edebilir, Norveç’in, Danimarka’nın, İsviçre’nin sınırlarını sıkı tutması aslında onların refah devleti olmasıyla alakalı. Çünkü, biri İsviçre vatandaşı olduğu zaman, İsviçre’nin bütün haklarından yararlanıyor ve eğer vatandaşlığa bir kota koymazlarsa, kendi “öz İsveç” halkına sağladığı şeyleri kısmak zorunda kalacak. Hangi İsveç ister böyle birşeyi? David Miller diyor ki, vatandaşlık (veya göçmenlik) sınırlandırılmalı, çünkü hızlı nüfus artışı yapısal sorunlara yol açacaktır.
Diyelim ki, Finlandiya sınırlarını mültecilere açtı ve milyonlarca Suriyeli akın etti, sizce Finlandiya’nın altyapısı bu kadar hızlı nüfus artışını kaldırabilir mi? Nerede yatacaklar? Hastalanınca hangi hastahaneye akın edecekler? Ne yiyecekler? Nerede çalışacaklar? Miller’in konuyu nereye götürdüğünü anlıyorsunuz, uzatmayacağım… Benim bu argümanla ilgili çok ciddi sıkıntılarım var. Öncelikle neden bütün göçmenler sadece bir ülkeye göçmek istesin? Diğer birşey ise, ülkeler çok doğal bir şekilde kendi aralarında ekonomik ve finansal anlaşmalar yaparak ihracat ve ithalat yapıyorlar, sınırlarını birbilerine açıyorlar. Neden ülkeler kendi aralarında göçmenlik anlaşmaları yapmasın? Mesela, Suriye krizinde güçlü ülkeler kendi aralarında ne kadar mülteci varsa bölüştürebilirler. Örneğin, ABD 100,000 mülteciyi alır, Kanada 50,000, Finlandiya 5,000… Neden aramızda ciddi ve kompleks ekonomik anlaşmalar yapıyoruz da, neden bu kadar mülteciyi efektif olmayan bağış organizasyonlarının eline muhtaç ediyoruz? “Google”, mülteciler için para topluyor mesela…
Her zaman düşünmüşümdür, ülkelerin belirli tarihi var ve tarihlerinde de bir sürü fedakarlıklar görüyoruz. Bu düşünceden ilerlersek, bir Japon düşünebilir ki, benim dedem bir sürü fedakarlık ettik Japonya’nın bu hale gelmesi için neden bir sürü göçmeni ülkeme sokayım ve tarihi fedakarlıklarımızdan tam olarak yararlanmaktan feragat edeyim? Kısacası, ben Japonya’yı “miras” olarak aldım, iyi şeyleriyle ve kötü şeyleriyle… Ülkeler her zaman menfaatçi olduğu için bu argüman bayağı güçlü. Yani, eğer ben ülkeyi “miras” edindiysem ve her ülke menfaatçiyse ve menfaatçi olarak aldığı kararlar yüzünden kötü veya iyiyse bu onun problemidir.
Suriye’nin yaşadığı kriz Suriyeli’lerin tarihinde aldığı kararlarla alakıdır, ve öyle kararlar almasalardı o zaman… Bu argüman öncelikle aşırı deterministik. Ayrıca, Francis Fukuyama’nın da dediği gibi güçsüz ve batmış ülkeler, dünyamızda bulunan en büyük problemdir. Ve zaten göçmen krizi de, güçsüz ve batmış ülkelerin eseri… Bir ülke battıktan sonra, onu tekrar bir ülke haline getirmek neredeyse imkansızdır. Bunu görmek için Afganistan’a bakabilirsiniz. Fukuyama diyor ki, güçsüz ülkeleri güçlendirmek çok daha kolay ve göçmen sorununu kalıcı çözmenin en efektif yoludur. Çok doğru… Fukuyama’nın argümanıyla Miller’in şimdi bahsedeceğim argümanını birleştirdiğimizde, güzel noktalara varırız gibime geliyor. Miller diyor ki, “mültecinin anlamını genişleterek, ülkemize kabul edelim. Fakat, onlara vatandaşlık veya göçmen statüsü vermeyelim. Aksine, onların kaçtıkları ülkeyi düzeltmeye çalışalım ve düzelttikten sonra geri gönderelim. Eğer bu mültecilere göçmenlik veya vatandaşlık statüsü vermezsek, devletin sağladığı her sosyal programdan yararlanamazlar ve bize külfet olmazlar.”
Mültecinin anlamını genişletmek neden önemli?
Mesela, Tuvalu yakın bir tarihte Yeni Zellanda’ya taşınmak istediğini dile getirdi. Çünkü, yakın tarihte ülke sular altında kalacak. Bunlar da mültecidir aslında… Yani mülteci sadece politik anlam taşımazsa bizim çok daha işimize yarar ve yardımlarımızın boyutu ve genişliği artar. Daha fazla uzatmayacağım, gördüğünüz üzere konu bayağı kompleks. Ama, siyaset felsefesi işimize gelmeyen ve işimize yarayan soruları sormaktan ibarettir. Ne kadar az faydamız olsa da, bu konuları düşünmek bile bizim daha iyi bir insan ve toplum olma potansiyelimizi artıracaktır…
Önerilen Okumalar:
1) David Miller: “Immigration: the case for limits”
2) Joseph Carens: “Migration and Morality”
3) John Stuart Mill: “On Liberty”
Joseph H. Carens kimdir?
Ünlü bir “politika tarihcis”olan Carens, halen Toronto Üniversitesi’nin politika tarihi departmanında profesör öğretim üyesidir. Göçmenlik konusunda önemli araştırmaları bulunmaktadır.
David Miller kimdir?
8 Mart 1946 dogumlu Britanyalı politik teorisyen olan Miller, doktorasını Oxford Üniversitesi’nde yaptı. Sosyal Hukuk, Millet Üzerine, Vatandaşlık ve Milli Kişilik adlı eserleri olam Miller, modern liberal milliyetçiliğin savunucusu olarak göze çarpmaktadır.
John Stuart Mill kimdir?
20 Mayıs 1806’da doğan, 8 Mayıs1873’de ölen İngiliz filozof, politik ekonomist, parlamento üyesi ve devlet memuru olan Mill, mantık alanında, yalnızca tüm dengelimsel mantıkla ilgili çalışmalar yapmayıp, tüme varımsal mantığı da formüle ederek geliştirmiş, mantıksal ilkeleri sosyal alana, siyaset ve ahlak alanına uygulamasıyla ün kazanmış bir bilim adamıdır.
Francis Fukuyama kimdir?
1952’de Şikago’da doğan Fukuyama, lisansını Cornell Üniversitesi’nde, doktorasını da Harvard Üniversitesi’nde yaptı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Politika Planlama Dairesi’nde “Ortadoğu Uzmanı” ve “Genel Direktör Yardımcısı” olarak çalışan Fukuyama, 1981–1982 Mısır-İsrail görüşmelerine ABD heyeti üyesi olarak katıldı.
Fukuyama, 2005 Temmuz’undan beri Johns Hopkins Üniversitesi’nde uluslararası iktisat politikası öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve “The American Interest Dergisi”nin Yayım Kurulu Başkanlığı’nı yürütmektedir.