Turizmcilerin aktardıkları üzere ve anladığımız anlamda romantizmle (18. yüzyıl sanat akımı Romantizm’e göndermeler yapılsa da), duygularla hiç ilişkisi olmayan ama bütün duyuları harekete geçiren bir yola düşürüyoruz bu kez yolumuzu. Yolunu bu güzergaha düşüren herkesi her anlamda etkileyen bu uzunca yol ve yol üzerindekiler şimdiki rotamız… Via Claudia Augusta, Antik Roma dönemi ticaret yolundayız. Yani yine Almanya’da… 2. Dünya Savaşı’nı kaybettikten birkaç yıl sonra Almanların imaj yenilemek, tarihlerini ve “normal” yaşamlarını dünyaya aktarmak adına başlattıkları çalışmalar sonucu belirledikleri pitoresk rotada… Romantische Straße’deyiz..
Almanya’nın güneyinde, Bavyera eyaletini neredeyse yukarıdan aşağı geçen bu gezi için şiddetle önerim; kendinize ait ya da kiraladığınız bir araçla ve zaman sınırlamasız olmanız. Yaklaşık 410 kilometrelik yol üzerinde birçok farklı büyüklükte, farklı görsellik ve temalara da sahip şehirlerden, yerleşkelerden geçerken zaman ve hareket serbestesi önemli olacaktır diye düşünüyorum.
Füssen, Schwangau-Neuschwanstein-Hohenschwangau, Halblech, Steingaden and Wieskirche, Wildsteig, Rottenbuch, Peiting, Schongau, Landsberg am Lech, Kaufering, Friedberg, Augsburg, Donauwörth, Harburg, Nördlingen,Wallerstein, Dinkelsbühl, Feuchtwangen, Schillingsfürst, Rothenburg ob der Tauber, Creglingen, Röttingen, Weikersheim, Bad Mergentheim, Lauda-Königshofen, Tauberbischofsheim ve Würzburg, güzergahımızı kapsayan şehirler. Biz güneyden, Füssen’den başlamıştık geziye ki bu yüzden sıralamayı da öyle yaptım. Büyük bir olasılıkla tek yazıda toparlayamayacağım ve sonraki sayılara sarkacak gibi sanki.. Göreceğiz.. Hele bir başlayalım da… Tabii ki Füssen’den..
Rotanın en güney ucu, Avusturya sınırında; Alplerin, Forggensee-gölünün, tarihin ve tarihsel süreci aktaran mimarinin uyumlu görkemi geliyor aklıma Füssen deyince. Weißensee ve Hopfensee; diğer iki gölü bu en yüksek Bavyera şehrinin.
Schwangau – Neuschwanstein ve Hohenschwangau da özellikle kaleleri, şatolarıyla Füssen’in bugün bize aktardığı eşsiz miras.
Lech nehrinin (Tuna’nın kollarından biri aslında) kıyısında kurulmuş bu yerleşkenin; Arkeolojik buluntulara bakıldığında, geçmişini 3. yüzyıla dayandırmak mümkün. Romalıların ileri bir karakolu olarak kurulmuş olması da çok muhtemel görünüyor. Sonrasında ve Ortaçağ’da Benedictine keşişlerinin önemli merkezlerinden biri ve aslında şehir bu manastır etrafında gelişiyor. 1294 yılında artık küçük çaplı bir yerleşkeye dönüştüğünü görüyoruz. Augsburg Lord, piskoposlarının da yazlıkları olarak burayı kullanmaya başlamasıyla kültür, sanat ve tabii mimari de biraz farklı şekilleniyor.
Şehrin asıl doğduğu yer; manastır ilk görülmesi gereken yerlerden biri tabii ki. İlk inşa hali Romanesk olsa da 1701 ve 1917 yılları arasında bugünkü formunu bulan geç barok dönemi Benedictine Manastırı St Mang, Hohes Schloss Sarayı ve şehir müzesine zaman ayırmalısınız.
Bazilika yanında Bavyera’nın en geniş ve içinde yapıldığı dönemden bugüne korunmuş freskleriyle kilisesi, 980’li yıllarda Reichenau Okulu (minyatürlü yazma-sanat) olarak kullanılan bölüm, keman yapım atölyeleri, kulesinden şehir manzarası ve 8. yüzyıla uzanan tarihi ile manastır; muhteşem bir kompleks. Ve müze de geçmişini oldukça mütevazi bir şekilde aktarıyor bize. Bugün müze olarak kullanılan bölüm ve saray; Mimar Johann Jakob Herkomer tarafından 18. yüzyıl başlarında yapılmış manastırın hemen güneybatı kanadında. Venedik saraylarından esinlendiği, örneklendiği söyleniyor. Hangisi hangisinden etkilendi tartışılır bence. Mimar Andrea Maini, Anton Sturm, Franz Georg Hermann ile heykeller, freskler, tavan süslemeleri, prens salonu, kütüphane, yemekhane, resimler ve tabii Jakob Hiebeler ile Ölüm Döngüsü-Dansı müzeyi daha da mistik bir hale getiriyor. Yağlıboya tablolar da bildiğim kadarı ile orijinal. Yani etkileyici bir şehir müzesi.. Görülesi..
Belki sarayın avlusunda biraz zaman geçirdikten sonra eski şehirde kısa bir tur atmak ve belki Restaurant Zum Hechten’de mola vermek isteyebilirsiniz. Burası bir bira atölyesi. Benim gibi bira tutkunu iseniz çalıştaylardan birine katılmanızı da öneririm. Sonrasında da; Schwangau- Hohenschwangau, Neuschwanstein’a, kraliyet kaleleri ve hatta Tegelbergbahn için yola çıkılabilir. Hiçbiri merkezden çok uzaklıkta değiller. Tarihi ve mimari özelliklerinin yanı sıra kış turizmi-kayak ve sağlık turizmi ile de oldukça gelişmiş bir bölge burası, doyumsuz bir görsellik sunmasının yanı sıra..
Ayrıca Romalılar’dan kalma en çok buluntu Schwangau ve civarında. Tegelberg teleferiği-lift çalışmaları sırasında ortaya çıkan bu kalıntıları; o dönem mimarisini özellikle hamamlar ev çözümlemeleri hakkında güzel örnekleri görmek mümkün. Germen kabilelerine gecince buraları ve 8. yüzyılda Hıristiyanlık da iyice toplumu biçimleyince kültürün ve dolayısıyla mimarinin de değiştiğini görüyoruz. Veba ve yoksulluğun yanı sıra çeşitli nedenlerle el değiştiren bölgede Neuchwanstein Kalesi de bu evreleri geçirmiş tabii.
Ve sonunda Bavyera Kralı Maxmilian II eski kaleyi rehabilite ederken (Ki gezdiğinizde ne kadar mütevazi olduğunu göreceksiniz) oğlu Ludwig II’nin hayali ve önlenemez isteği ile 1869’da Hohenschwangau kasabasının tepelerinde şiirsel ve masalsı bir güzellikteki Neuschwanstein Şatosu serüveni de başlamış oluyor.
Mimar Dollmen ve Riedel’in bu projeyi gerçekleştirmesinin uzun sürmesinin nedeni, konumunun farklı mimari çözümler gerektirmesi olabilir. Ve tabii mali problemlerin dayattığı kısıtlamalar da etkili olmuştur. Her ne kadar Kral hem kendisinin hem devlet hazinesinin tüm kaynaklarını sunsa da… Ki bu yüzden insani, dindar, içekapanık, aşık yönü ile çoğunluğun sevdiği Ludwig, hayallerine yaptığı maddi yatırımlarla birçoklarının da tepkisini çekmiş bir kral.
Neyse, biz şatomuza dönersek, hizmetlilere ayrılmış birinci kattan sonra 2. 5. ve 6. katların ne olduğu hiç anlaşılmıyor. 3. ve 4. katlar Kral için özel alan. Yatak odası, yatağı, çalışma odası; her şey çok özel. Nasıl derler? Kendisi gibi. Wagner’in bir operasından esinlenerek yapay kayalardan oluşturulan mağara, kısa bir dehlizle Swangau gölünün manzarasına açılan balkon ya da müzisyenler salonu freskleri..
Henüz bitmemiş bu görkemli kalede üç haftadan fazla kalamayan; kimine göre deli, kimine göre aşık, kimine göre efsanevi Kralın; psikiyatri komitesi tarafından görevinden alınarak Starnberg gölü kıyısındaki Berg Şatosunda zorunlu ikamete zorlanması ve gözetim altında iken doktoru ile birlikte göl sularında boğulması, kralın en az kendisi kadar enteresan geliyor bana. Yani şato kadar gizemli ölen-öldürülen şato sahibi. Biraz daha bilgi istiyorsanız müzeye mutlaka gitmelisiniz.
Şatosu’nun hemen alt tarafında yer alan Museum der Bayerischen Könige’de (Bavyera Krallar Müzesi) Ludwig II. ve babası Maximilian II.’nin yanı sıra Wittelsbach hanedanının tarihini orijinal parçalarla aktaran sergi hem tarihin hem duyguların içinde dolaştıracak sizi. Eşsiz manzarasının keyfini çıkarmayı da unutmayın.
Güzergahta pek adı geçmese de motorize olduğunuzda bence gitmeniz gereken Linderhof Palace, yine Kral Ludwig’in Ettal Manastırı yakınlarında ikametgahı olarak kullandığı; alışıldığı gibi tepelerde değil düzlükte, akarsu kenarında birçok eklentiden oluşmuş rokoko tarzı bir saray. İçinde dolaşırken yine Kral Ludwig’i, yanlızlığa ve sanata düşkünlüğü ve sanatla biçimlenen hayallere adanan bir hayatı görüyorsunuz. Ön ve arka bahçeleri, havuzları ve peyzajları ile de çok güzel. Şimdi isterseniz yolunuzu Halblech’e düşürebilirsiniz artık…
M.Ö. 15’te Roma’lılar tarafından fethediliyor Halblech. Önceki sakinleri hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadım. Welf’lerin (Bir Avrupa hanedanlığı diyelim) elinde 8. yüzyılda. 1567’de Bavyera Dükü Albrecht’e geçene kadar egemenlikleri birçok kez el değiştirmiş. Ormanların ve göllerin çevrelediği bu sakin yerleşke yüksek zirveleriyle doğa tutkunlarının ve dağcıların gözdesi. Benim için ise şirin bir köy meydanı ve Wieskirche’yi ziyaretten önce soluklanıp bir şeyler atıştıracağımız durak.
Bu oval kilise, Bavyera’da özellikle rokoko tarzında bir başyapıt olarak kabul görüyor. 1740’larda tasarlanmış, 1745–1754 yılları arasında arasında Mimar Dominicus Zimmermann tarafından yapılmış. İçerisinde heykeller, gravürler, sunak resimleri ve tabii hikayeleri ile etkileyici bir haç kilisesi. 1984 ‑1991 yılları arasında ciddi bir restorasyon süreci yaşamış.
Bölgede kutlanan “İsa’nın Gözyaşları Festivali” kilisenin yapımına temel oluşturan hikayenin ve ilk yapılan türbenin anısınaymış diyerek ara veriyoruz. Ve ama tabii ki yolumuza devam edeceğiz önümüzdeki sayıda.
Yollarımız hep açık olsun…