Rothenburg ob der Tauber’de ayrılmıştık sizden, aynı rotada ve ama rotanın son etabında görüşmek üzere diyerek.
Rothenburg’un hemen kuzey batısındaki Creglingen’e; Tauber vadisindeki üzüm bağları ve şarapevleriyle göze ve damağa, müzeleri ile de bilgi dağarcığımıza katkılı yine küçük bir yerleşkeye çeviriyoruz yüzümüzü. Yerli tarihi çok daha geçmişe, 11. yüzyıla kadar gidiyor olsa da; kayıtlı tarih 14. yüzyılda başlıyor buranın. Antik Kelt Duvarları ve Kale Harabeleri, yürüyüş yollarının yanı sıra oyma sunağıyla öne çıkan Herrgottskirche yani “Tanrının kilisesi” ile Ortaçağın özgün örneklerinden biri burası.
Merkezdeki Yahudi müzesi ve merkezin biraz dışındaki Yahudi mezarlığı Creglingen’lilerin geçmişlerinin en karanlık yüzüyle yüzleşmesi gibi. Müze; 1930’larda başlayıp özellikle 25 Mart 1933 tarihinde Yahudi ileri gelenlerinin ve sakinlerinin işkence ile katledilmesine üç bölüm halinde göndermeler yapıyor. Etkileyici.. Utanç verici..
Ayrıca Ulrich şapel Standorf, Waldmannshofen kalesindeki İtfaiye Müzesi, Lindlein Kulesi ve yüksük müzesi de ilginizi çekebilir. Akustiği ile ünlü Frauental Kilisesi ve manastır da öyle.
Yani yol üzerinde atlanmaması gereken yerlerden biri Creglingen.
Ve sırada küçük şarap müzesine evsahipliği yapan Röttingen var. Alemanic kabilesi “yerel-etnik bir grup” ile 5. yüzyıldan beri yerleşim merkeziymiş burası. Ancak günümüze aktarılan yazılı tarihi 1103, yapı tarihi ile de 12. yüzyıl diye alabiliriz.
1275 yılında yönetimsel olarak ayrıcalıklı “özerk” bir kasaba olan Röttingen’de Yahudiler Hitler’den önce; daha 1298’de kıyıma uğramışlar. Lord Rintfleisch tarafından kasabadaki bütün Yahudiler yakılmış. Ancak çok eskilerde kaldığı için belki; bugünlerde pek sözü edilmiyor bu katliamdan. Büyük olasılıkla Yahudilerin ekonomideki dinamizmi ve paylaşım ile ilgiliydi asıl gerekçe.
Yine de 14. yüzyıldan itibaren piskoposun yönetim ve ikametgah olarak bu kasabayı tercih etmesiyle artan gelişim hızı; köylü savaşları, 30 yıl savaşları ile dönem dönem kesintiye uğramış ve 16–17. yüzyılda tam bir ekonomik çöküş yaşamışlar..
Burada; Romanesk ve Erken Gotik üslubu göreceğiniz Parish Church of St Kilian kilisesi ve eski hastane, Brattenstein Kalesi 13. yüzyıldan bu yana birçok kez restorasyon geçirmiş olsa da çok fazla değişime uğramadan gelmiş günümüze kadar. Kuleleri, güneş saati, eski şehir değirmeni ve ahşap ağırlıklı evleriyle Tauber Vadisi’nin arkeolojik güzergahı, gözdelerinden.. Hele ki gezinizi festivallerinden birine denk getirebilirseniz daha da mutlu ayrılabilirsiniz buradan.
Ve Weikersheim’a doğru yola çıkarken bu bölgede birkaç gurme restaurantın olduğunun altını çizelim öncelikle.. Romanesk, Rokoko, Barok ve Gotik üslupların bir karması gibi bu yerleşke ve tarihi pek ayrı değil Röttingen’den. Piskopos değil daha çok güçlü ailelerce, özellikle Hohenlohe hanedanlığı ile biçimlenmiş burada hem tarih hem yapılar. Kaleden saraya devşirilen Weikersheim Sarayı ve simgesel misyonları olan sayısız heykelleriyle bahçesi tabii ki en gözde yapı. Kalenin 12. yüzyılda inşa edildiği söylense de II.Wolfgang’ın 1586’da saraya dönüştüğünü biliyoruz. Ve simya laboratuarıyla felsefe taşı arayışları, Johann “Wolfgang” von Goethe’nin adını almasında yatan ilişkiler ise biraz karmaşık..
Saray ve bahçelerin yanı sıra Marktplatz, şehir kilisesi, çeşme, köy müzesi ve sevimli birçok yapılarıyla kasaba merkezi de oldukça keyifli. Bad Mergentheim’a gitmezden önce yörenin şaraplarından tatmak isteyebilirsiniz burada.
Romantik yolun gezginleri kadar ağırlıklı sodyum-sülfat ve birçok mineral içeren su kaynaklarıyla Kurpark yani spa merkezi olarak da turist çeken Bad Mergentheim’dan ilk 1050’lerde bahsedilmiş. 12. yüzyılda St. John, 13. yüzyılda da Dominican tarikatının merkezlerinden biri olmuş burası. Aslında bir tür askeri üs. Ve hatta 1800’lü yılların başına kadar da önemli bir üs olarak kalmış. Bu süre içerisinde yerleşke de kalesi, sarayı “ikametgah” ve kilisesi ile şekillenmiş. Kalenin adı “German Teutonic Order Castle”. Biz Alman şovalyeleri ya da tarikatı kalesi diyelim, ya da sadece kale. 11. yüzyıldan kalan ilk yapıların üzerine başta Cermen Şovalyelerine katılan Heinrich, Andreas ve Friedrich von Hohenlohe kardeşlerin katkılarıyla 18. yüzyılın sonlarına kadar hep eklentiler ve düzenlemelerle zaman içinde halka halka gelişip büyümüş kale. Bugün göreceğiniz Saray Komleksi etrafındaki su kanallarıyla neredeyse ilk halini korur durumda.
Tauber Nehri’nin sol kıyısında yer alan eski şehir ise büyük Marktplatz – çarşı meydanı, orijinal duvar resimleriyle bezeli 13. yüzyılda yapılan St.John Katedrali, St Mary kilisesi ve olmazsa olmaz şirin evleriyle güzergahımızın bir parçası burası.
Ve küçük bir bilgi daha… Yaklaşık 6 km uzaktaki Stuppach banliyösünde bulunan, uzun süre Rubens’in eseri olduğu düşünülen ve sonra Matthias Grünewald’ın çalışmalarından biri olarak tanımlanan Madonna – Çocuk ile Meryem resmini merkezdeki şapelde görmeniz mümkün. Biraz kuzeybatıya, Lauda-Königshofen’e ve aslında yine bir şarap cennetine doğru yola çıkmazdan önce bu muhteşem eseri de görmek isteyebilirsiniz.
Lauda-Königshofen; Luden lordları ve İmparator Friedrich III Konigshofen’den alınmış ismi. İsmi gibi tarihi ve yönetimi de biraz kafa karıştırıcı. Bölgenin en önemli yerleşkelerinden biri. 741/742’de Königshofen / Tauber Kraliyet Kilisesi St. Martin’e ait bir senette adı geçerken, 1135’de Adalbert von Ludun’a ait bir belgede de Ludun / Lauda adı ilk kez karşımıza çıkıyor. Başlangıçtan neredeyse bugüne demir ve ticaret yollarının kesiştiği bu manolya kokulu yerleşkeye hızlıca göz atıverelim biz bu karmaşık tarihe çok fazla dalmadan.
Yarı ahşap binaları ve doğasıyla çok iyi bir panorama sunuyor şehir ve genel üslup barok. Binalar genellikle yarı ahşap. Oberes Tor yani üst kapıdan girerseniz hemen Rathausstraße / belediye caddesinde bulursunuz kendinizi. Bu kapı eski şehir savunma noktalarından kalan birkaç yerden biri. Stadtkirche St Jakobus der Ältere – 17. Yy. “St James Elder şehir kilisesi” ve Liebfraukirche – 15. yüzyıl. “sanırım Meryem Ana’ya adanmış kilise” görülmeye değer. Dolaşırken küçük ama şehri zenginleştiren detaylar sizin de gözünüzden kaçmayacak. Belki kısa bir moladan sonra biz Tauberbischofsheim’a doğru yola çıkmalıyız. Yoksa bitiremeyeceğiz yine güzergahı…
Tauberbischofsheim’da Tauber’in merkezindeki üzüm ve şarap cennetlerinden bir diğeri. Geçmiş yine daha eskilere gitse de şehrin koruyucusu St Lioba ile de ilişkilendirilen bilinen tarihi 8. yüzyıl sonlarına dayandırılıyor. St Lioba; yoksullara, muhtaçlara yardım eden ve manastırın sorumluluğunu üstlenen bir aziz.
13. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen kalesi, Neo-Gotik belediye binası ve yine yarı ahşap evlerle çevrili pazaryeri, 12. yüzyılda inşa edilen şehrin en eski kilisesi Peterskapelle, eski sunağı dahil birçok sanat eserini görebileceğiniz şehir kilisesi Martin “Stadtpfarrkirche Martin”, şimdi içinde bölge müzesi bulunan Mainz başpiskoposluğunun eski ikametgahı Kurmainzisches Sarayı ile güzergahın diğer gözdelerinden burası da.
Tauberbischofsheim ayrıca bölgenin hatta Almanya’nın eskrim merkezi ve dünyanın en başarılı eskrim kulübüne sahipler. Olimpiyatlarla ilgili iseniz zaten buradan haberlisinizdir.
Nihayet artık son etaba geliyoruz. Yaşamın ana öğeleri sanat ve kültür olan şehir, yine bir şarap cenneti ve rotamızın son durağı Würzburg’dayız artık.
Başlangıç tarihi ile ilgili M.Ö. 1000’li yıllardan, Kelt topluluklarından, Marienberg dağının tepesine inşa edilmiş bir Kelt kalesinden bahsedilse de bugün bunun varlığını netleştirmek pek mümkün değil. Buraya ait eldeki en eski veriler M.Ö. 100’lerde Germen kabilelerinin varlığını gösterse de şehrin tahkimi M.S. 700’lü yıllarda Würzburg Piskoposluğunun kurulması ile başlamış.
704 yılında inşaa edilen Marienkirche “St. Mary Kilisesi”ni de dahil ederek 13. yüzyılda tamamlanan Festung Marienberg “Marienberg Kalesi” bugün şehrin simgelerinden biri. Efsanevi eski Kelt kalesinin üzerine inşa edildiğinden bahsediliyor. 1525 Köylü savaşının sonuna kadar birçok kez sıkıntılı dönem yaşansa da 1631’de İsveçlilerin neredeyse hiç direnişle karşılaşmadan kaleyi kuşatıp şehri işgal ettiğini görüyoruz. 1800’lerin hemen başında Fransız işgali ve 1866’da topçu saldırıları sonunda çıkan yangın kaleye büyük zarar veriyor. Sizin göreceğiniz, neredeyse tamamen restore edilmiş hali. İlk 1133 yılında yapılmış ve bugünkü adıyla “alte Mainbrücke” olan, heykellerle bütünleşmiş taş köprüden geçerek gidebilirsiniz kaleye. Ve aşmanız gereken 4 de kapı var.
Kale kadar ve hatta daha enteresan olan yapı ise Würzburg Residenz. Prens-Piskopos Johann Philipp Franz von Schönborn adına 1720’de başlanıp 1780 de tamamlanan bina; genç Mimar Balthasar Neumann’ın başkanlığında bir ekibinin eseri. Dini ve seküler mimari kazanımları Fransız, Avusturya, İtalya esintili. Barok, Rokoko.. Birçok tarzı bir üslupta birleştirmişler. Aslında bir tür sentez diyebiliriz. Binanın dışı kadar içi de muhteşem bence. Sadece dünyanın en büyük tavan freskini görmek için bile buraya gelmeye değer.
Her ne kadar 2. Dünya savaşında, özellikle 16–03-1945’deki hava saldırısında şehrin tamamı gibi bombalanmış olsa da, şehrin kalanından çok daha az hasarla atlatmış bu saldırılarını saray. Sonrasında aslına uygun restorasyonla eski görkemine kavuşmuş. Kesinlikle kaçAK bir saray değil ve UNESCO dünya mirası listesinde ayrıca.
Şehirde bunlar dışında hepsi neredeyse geziyi kendi başına anlamlı kılacak birçok sanat galerisi ve müze var. Mainfrankisches Müzesi bunlardan sadece biri. Riemenschneider’in ahşab eserlerinin sergilendiği müze burası. İsim yabancı gelmese gerek. Tüm güzergah boyunca birçok eserini de gördünüz Riemenschneider’in. Ve hemen ekleyelim; buradaki Tilman Riemenschneider’in eseri olan Prens-Piskopos von Scherenberg’in türbesi’nin bulunduğu Dom St. Kilian “St. Kilian Katedrali” de Almanya’nın dördüncü büyük Romanesk kilisesi.
Yani gotik kuleleri dahil her detayı ile yaşanası bir şehir Würzburg. Klasik severseniz özellikle Mozart Festivali’ne denk düşürün gezinizi derim.
Yeni yollarda buluşmak üzere…
Yollarımız hep açık olsun diyerek.