Donauwörth’te ayrılmıştım sizden geçen sayıda. Yine birlikte ve yine yollardayız. Mola bitti diyerek Harburg’a kısaca bakalım önce. Yolumuz aynı yol, göreceklerimiz farklı.
Wörnitz nehri üzerinde en eski kale kompleklerinden birine sahip savaşların pek de harap etmediği ortaçağdan başka bir soluk gibi şirin mi şirin yerleşkelerden bir diğeri burası. Bir dönem Fransızların işgaline uğraması da, asiller ‑yönetim diyelim- ile yerli halkın ‑köylüler diyelim- hak ve özgürlükler adına süregelen kapışmaları da yerleşkeye zarardan çok değer katmış gibi. Tarihi taş köprüsü, evleri ve sarayla şapeli de kapsayan kale kompleksi uğranılası kılıyor Harburg’u.
Askeri bir karargah olarak 1079’da başlıyor tarihi kalenin. Ama ilk 1100 lü yılların başında envanterlerde adı geçiyor ve 1272 yılına kadar da gelişerek devam ediyor kale kompleksinin inşaası. 1731 yılından bu yana Oettingen-Wallerstein ailesine ait olan ve antik tahıl ambarı, çeşitli hizmet binaları, kulesi, saray ile bugün içinde butik bir restaurant – hotele sahip kaleyi bir dönem Michael Jackson’ın satın almak istediğinden bahsediliyor. Doğru mudur bilmiyorum. Paha biçilmez bir sanat koleksiyonuna da sahip kale kompleksini detaylıca ve tarihine de hakim olarak gezmek için belki biraz zaman ayırıp turlardan birine katılmak akıllıca olabilir. Sonrasında merkezde biraz dinlenmek ve Nördlingen’e doğru yola çıkmazdan önce bir şeyler içip biraz atıştırmak daha da akıllıca.. Yani aslında şu yeme içme-mola işini her fırsatta yapmak çok akıllıca.. Bence yani..
898 resmi kuruluş yılı imiş Nördlingen’in. Hemen yakınlardaki 15 milyon yıl önce meteor çarpması ile oluşmuş “1 km çapındaki” krater ile jeologların, Ries Crater Museum ile de konuya ilgi duyanların her daim gözdesi. Bavyera Demiryolu Müzesi, Şehir Müzesi, Town Wall Müzesi – şehir surları- ile eğer zaman ayırabilirseniz sizin için de güzergahın gözde duraklarından biri olabilir burası. Sayısız kuleleri, kapıları ve parapet geçişlerle şehir surları, geç gotik St. George kilisesi ve aslında şehrin bütünü sarıp sarmalayacak sizi.
Ve ama bizim yolumuzda daha çok durak var. Wallerstein’a doğru düşmeli yollara.. Hemen 4 kilometre uzakta..
Steinheim orijinal adı ve ilk 1238’lerde rastlıyoruz bu isme. St. Alban Parish kilisesi, pazar meydanı, kaya üzerindeki kalesi, çok güzel bir porselen koleksiyonuna evsahipliği yapan farklı üsluplarla restore edilmiş sarayı ve birası bu minik yerleşkeyi çok iyi tanımlıyor. 1500’lü yıllarda Oettingen-Wallerstein dukalığına geçtikten sonra artık dukalığın ismi ile anılır olmuş burası. Savaşlardan çok veba salgınının hırpaladığı bu minik merkez dukalığa geçtikten sonra adı kadar kaderini de değiştirmiş. Eski kalenin tamamen yıkılıp 1648’de yeni bir kale yapıldığını, Wallerstein prenslerinin polo ve bira tutkularını geliştirdikleri bu küçük kasabanın ticaret spor ve sanat merkezine dönüşüverdiğini görüyoruz.
Wallerstein’dan ayrılmadan önce yaklaşık 400 yıllık bir geleneğin ürünü olan bir şişe buz gibi Zwickel için derim. İçtiğim en doygun malt biralardan biriydi. Dinkelsbühl’e doğru yola çıkarken ağzınızda o balımsı, kekremsi, buruk ve aslında çok katmanlı tat hoşunuza gidebilir belki. Kim bilir…
Dinkelsbühl bana göre daha fazla turisti hakeden ve romantik yolun en romanesk, kendini en doğal hali ile sunan pitoresk tarihi yerleşkelerden biri. Ziyaretinizi festivallerden birisine rastlatabilirseniz şehrin müziğini çok daha iyi duyabilirsiniz. Herşey jazz kıvamında gelecek size.
Bugün pek adını duymasak da Roma döneminin önemli merkezlerinden biri Dinkelsbühl. Ortaçağda önemli iki büyük ticaret yolunun kavşağında ve savaşlarda da yüksek duvarları kuleleri, kule geçişleri ile çok yıkıma uğramayıp kendini geliştirmiş sanat, eğitim ve ticaret merkeziymiş burası. Şimdi de Marktplatz- pazar meydanında gotik St. George Kilisesi, eski hastane kompleksinin renövasyondan çıkan Spitalanlage – tarih müzesi, konser salonu ve sanat galerisi, yine müzeye devşirilmiş eski şehir değirmeni, şimdi gençlik yurdu olan eski tahıl ambarları, şehir kapıları, 20 kulesi, arnavut kaldırımları, evleri, restaurant-kafeleriyle dolaşmaktan çok belki hiç değilse bir-iki gece konaklamak isteyebilirsiniz belki burada. Mayıstan Kasım başına kadar her gece saat 21.00’de, diğer aylarda Cumartesi 21.00’de” Gece Bekçisinin peşine takılmak için tekrar çocuk olmak da isteyebilirsiniz. Akşam 9’da gece bekçisi elinde feneri ve asası tüm alstadt-merkezi- dolaşıyor, ikram edenlerden şarabını içip turunu tamamlıyor arkasına düşen çocuklarla. Çok eski bir gelenek bu sanırım. Ve bu bölgede oldukça da yaygın.
İster konaklamış olalım ister sadece şöyle bir dolaşmış; buradan Feuchtwangen’a doğru yola çıkmazdan önce bir şarap evine uğramadan ayrılırsanız, kendinize haksızlık etmiş olursunuz diye düşünüyorum. Mesafe yine kısa ama hep daha da keyifli-daha da verimli kılmak mümkün.
Feuchtwangen’in tarihi; bir Benedictine manastırının inşası ile 800’lü yılların başına dayadırılıyor. 1100’lü yıllarda burası bölgede oldukça etkili bir eğitim merkezi olma yolunda önemli gelişme kaydetmiş. Geçtiğimiz birçok yer askeri üs olarak başlarken yerleşik düzene geçmeye, burada Manastır ve çevresinde şekillendiğini öğreniyoruz yaşamın. 1241’de İmparatorluğun koruması altına alınsa da 30 yıl savaşları dahil uç beyleri, Prusya krallığı, Bavyera Krallığı; yani birçok yönetimin altında çoğu zaman özerkliğini devrederek biçimlenmiş olsa da tarihini din ve mezhepleri belirlemiş gibi. Kilise- manastır (1533 yılında ve sonrasında Lutheran Kilisesi burada varlığını hissettirmiş) – Anglikan kilisesi şehrin amblemlerinden birisidir ve din ve eğitimin merkezlerinden biri olmuştur burası hep.. Eğitim sanatı sanat hayatı biçimlerken ticaret de gelişmiş, zenginleşmiş yerleşke.
Bu küçük ama şirin kasabada geleneksel Franken tarzını hem binalarında hem de buraya doku katan birçok unsurda görüyoruz neredeyse. Museumstrasse Franken Müzesi, Grain Store-Zwinger, Singer’in Müzesi ortaçağda ticarete damgasını vurmuş ve çoğu bugünlere kadar gelen işletmelerin müzeleri, çeşmeler ve manastırın tamamı, kiliseler, galeriler şehir kapıları ve duvarları ile rota boyunca atlanmaması gereken yerlerden biri burası.
Buradan da yönümüzü hızlıca Hohenhole-Schillingsfürst prenslerin barok kalesi Schillingsfürst’e çevirelim ve Rothenburg ob der Tauber’e doğru yola çıkmazdan önce meşhur sarayı ile müze evlerini şöyle bir dolaşalım… Ki burası çok zamanınızı almayacaktır. Ve ..
Rothenburg ob der Tauber belki rotanın en popüler ve en turistik merkezi sayılır birçok kaynakta. Bunun rotamızdaki bir çok yere haksızlık olduğunu düşünüyorum ben.. Benzer duku-tarih içerisinde çok güzel, etkileyici olmasının yanı sıra, diğer noktalardan farkı kendisini oldukça iyi sunması ve çok iyi pazarlaması bence. Bunu siz de hemen farkedeceksiniz. Tauber Vadisi’nin yukarısında 10. yüzyılda şehre adını veren kalenin inşası, Habsburg Kralı Rudolf tarafından bir imparatorluk şehrine dönüştürülmesi ve bugün bize yansıyan yüzünde geçmişin izlerinin çok iyi korunması da biraz özel kılıyor burayı belki.
Eh.. Şehre şöyle bir göz atalım sizleri çok da sıkmadan..
“Tauber üzerindeki kırmızı kale” adının bir diğer algılanış biçimi burasının. Ve Tauber Vadisi’nde Doğu Franken asilzadelerinden birinin “Parish” kilisesi inşa etmesi– piskoposluktan bağımsız bir kilise, cemaati- “970” yani bu kült ile başlıyor burada bilinen tarih. Bu kiliseyi daha doğrusu bugüne yansıyan yüzünü ana meydanda görebilirsiniz. “St. Peter ve Paul Parish kilisesi ‑St. Jacob” 1336 ve sonrasındaki restore edilmiş halleri. İçinde antik hazineleri, sunaklar ve hele 600 küsür yıllık vitraylarıyla şehrin en büyük ve bence en donanımlı kilisesi St. Jacob.
Bir diğeri Çobanlar Kilisesi olarak da bilinen Aziz Wolfgang. Ortaçağ şehir duvarının içine 1475 ile 1492 yılları arasında inşa edilen müstahkem bir kilise. Surları dolaşırken rastlayacaksınız zaten ve bir bakmak isteyeceksiniz.
Toppler Kalesi ise ‑Topplerschlösschen – yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş yolunda. Lord Heinrich Toppler tarafından 1388 yılında inşa edilmiş. Küçük bir kule görünümünde.
Ancak şehrin en iyi manzarası Town Hall Kulesi’nden; tabii tırmanacak gücünüz varsa. Ya da belki şehir surlarınını üzerinden yürümek daha akıllıca olabilir. Veya ikisi de, tercih yine sizin.
Biraz daha detaya girmek isterseniz şehrin varoluş ayrıntılarını oldukça iyi aktaran ve eski Dominik manastırının içinde yer alan şehir müzesine girmelisiniz.
Medieval Crime and Punishment Museum – Ortaçağ Suç ve Ceza Müzesi, Doll and Toy Museum – Oyuncak Müzesi, German Christmas Museum – Alman Noel (bayram) Müzesi de görülesi, şehrin kuruluşundan bu güne şehrin birikimlerini sunan diğer müzelerden.
Bence sizi asıl büyüleyecek olan muhteşem süslemeleri ile evleri, sokakları olacak buranın. Dediğim gibi sunumun buna katkısı büyük olsa da bu sunumdan faydalanmamak da yazık; hem bizim hem şehir için. Olabildiğince keyfini çıkarın derim.
Bir sonraki sayıda ya da rotamızın da son etabında görüşene kadar…
Yollarımız hep açık olsun.