Dini kitaplarda bile Hazreti İbrahim’in uzun yaşamasının sırrı olarak bahsedilen probiyotiklerin tarihçesi neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Ancak bu konunun ilk kez bilim dünyasının gündemine gelmesi, Rus bilimadamı Meçnikov’un Kafkaslar’daki insanların uzun yaşamının sırrını araması ile olmuş. Bu bölgede yaşayan insanların süt ürünleri ve kefir tükettiklerini saptayan ünlü bilim adamı 1900’lü yıllarda Nobel’i kazanmış ve çalışmalarını Pasteur Enstitüsü’nde sürdürmeye başlamış. Fakat bilim dünyasında 2000’li yıllara kadar bu konunun üzerinde fazla durmamışlar.
Probiyotikler ülkemizde çok fazla bilinmese de dünyada geniş bir kullanım alanı olan ürünler. Probiyotikleri insan orijinli yararlı bakteriler olarak tanımlamak mümkün. Dünya Sağlık Örgütü ve FAO’nun tanımına göre probiyotikler, konakçıya yeterli miktarda verildiğinde, sağlık yönünden yarar sağlayan canlı mikroorganizmalar. Ancak bir bakterinin probiyotik olarak tanımlanabilmesi için bazı özelliklerinin olması gerekiyor. Bunlar, insan gastrointestinal sisteminde canlı kalabilmesi, asit ve safraya dayanıklı olması, mukozaya yapışabilmesi ve en önemlisi klinik yararının gösterilmiş olması, güvenirliliğinin kanıtlanmış olması gerekiyor.
Antalya’da düzenlenen VIII. Uluslararası Beslenme ve Diyetetik Kongresi’nde yaptığı sunumda Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji BD ve Nütrisyon Ekibi’nden Doç. Dr. Tarkan Karakan probiyotiklerle ilgili son derece çarpıcı bilgiler aktardı.
Vücudumuzda Hücrelerimizden Daha Fazla Bakteri Bulunuyor
Vücudumuzda çok sayıda bakteri bulunduğunu söyleyen Doç. Dr. Karakan, “70 kiloluk bir insanın vücut ağırlığının 2 kilosu tamamen bakterilerden oluşuyor. İnsan vücudundaki bakterilerin yüzey alanı 400 metre kare genişliğinde. İnsandaki gen sayısı 35 bin iken, bakteriyel genom sayısı 2 milyonun üzerindedir. Barsakta 100 trilyon canlı bakteri, kolonda 500’ün üzerinde tür bulunur. Vücudumuzda toplam hücre sayısı 1014, bakteri sayısı 1015’dir. Vücudumuzda hücrelerimizden 10 kat daha fazla bakteri yaşamaktadır” dedi.
Gastrointestinal sistemde asit olduğu için steril olduğu kabul edilen midemizden barsağa doğru inildiğinde bakteri sayısının arttığını ve kalın barsakta bu oranın en yüksek düzeye ulaştığını söyleyen Doç. Dr. Karakan, “Endüstri ve tıp dünyasında kullanılan bakterileri kabaca 3 sınıfa ayırmak mümkün. Bunlar içinde laktobasiller ve bifidobakteriler iki temel bakteri grubunu oluşturmaktadır. Bu iki bakteri grubu aslında yenidoğanlarda anne sütü veya değişik etkenlerden sonra kolonize olmaya başlayan ilk bakterilerdir. Bir de bu sınıflara girmeyen birkaç bakteri ile bakteri olmayan mantar grubu da bu sınıfta tanımlanmaktadır” diye konuştu.
Sadece Organizmayı Değil Barsağı da Beslemek Gerek
Probiyotikler aslında yararlı bakterileri artıran liflerdir. Bu lifler çözünen ve çözünmeyen lifler olarak ikiye ayrılmaktadır. Çözünen lifler bu grup içinde sayılabilmektedir. Liflerin probiyotik özelliği olanları sağlık açısından yararlıdır. Liflerin bu özelliği taşıması için üst gastrointestinal sistemde sindirime dirençli olması, bakteriler tarafından barsakta farmente edilmesi ve özellikle yararlı bakterileri selektif olarak çoğaltması gerekiyor. Konakçıya sağlık yönünden yarar sağlaması gerekiyor.
Bu kavramlar ortaya çıktıktan sonra klinik nütrisyonda artık sadece hastayı beslemek değil, barsağı da besleme kavramının da ortaya çıktığını belirten Doç. Dr. Karakan, “Yani yediklerimiz sadece organizmayı beslemiyor aynı zamanda barsağı da besliyor. Beslenenler barsaktaki bakteriler de olabilir, barsak hücreleri de olabilir. Son yıllarda artık hasta beslenmesinde sadece kalori ve diğer eser elementlerin hesabını yapmak yerine barsak sistemini de beslememiz gerektiği kavramı ortaya çıktı. Örneğin yoğun bakımdaki hastalara klinik nütrisyon yaparken paranteral nütrisyon veriyoruz. Bunun yanında kalori hesabından bağımsız olarak az miktarda da olsa kalorisini hiç düşünmeden fiber ağırlıklı olacak şekilde besin ekliyoruz. Çünkü ağızdan birşey girmediği zaman 24–48 saat içerisinde zararlı bakteri sayısı 3 katına çıkıyor. Çok az bir şey verdiğimizde ise bu patojen bakteri çoğalmasını rahatlıkla engelleyebiliyorsunuz. Yani kavramlar artık çok değişti sadece hastayı beslemek değil barsağı da beslemek önem kazandı. Probiyotikli beslenme sonucu bifidobakter sayısı normalde %20 iken birkaç hafta sonra bifidobakter sayısının %71’e çıktığını görüyoruz” diye konuştu.
Barsakta Bifidobakteriler Olmasa Ne Olurdu?
Doğum meydana gelene kadar fetusun barsakları sterildir. Barsakta hiç bakteri yoktur. Çalışmalar göstermiştir ki barsaklarımızda hiç bakteri olmazsa mukoza gelişmezdi, barsaklarda fırçamsı kenar enzimleri gelişmezdi, barsaklara kan akımı çok azalırdı, barsaklarda hareketsizlik meydana gelirdi, sitokin üretimi yapılmaz, lenfoid doku kaybolur daha doğrusu bağışıklık sistemi çöker ve en ufak bir enfeksiyonda hasta kaybedilir. Yani bu durum organizma için bir felaket olurdu.
Doç. Dr. Karakan, son yıllarda çıkan en önemli bilgilerden birinin doğum sırasında barsaklarımıza yerleşen ilk bakterilerin daha sonra karşılaşılan bakterilerle savaşmayı öğrettiği olduğunu söylüyor. İmmün sistemimizin güçlü olması için barsaklarımızda yararlı bakteriler olması gerektiğini söyleyen Doç. Dr. Karakan, “Bu konu o kadar önemli ki, 2009 yılında ABD Sağlık Bakanlığı barsak bakterisini çözmek için Mikrobiyom Projesi diye bir proje başlattı. Bu proje insan DNA’sının çözümü için başlatılan projenin barsaktaki karşılığı. Proje barsağımızdaki bütün bakterilerin genetik yapısını çözüp ortaya koymak için yapılan proje ve tamamlanmak üzere. Bu tamamlandığı zaman barsaktaki bakterilerle diyabet, obezite, kalp hastalıkları ve dislipidemi gibi hastalıklar arasında ilişki olup olmadığı araştırılacak. Bu konu geleceğin konusu gibi gözükmekte, son yıllardaki kanıtlar barsak bakterilerinin birçok hastalığın ortaya çıkmasına etken gibi görünüyor” dedi.
Bakteriler Bize Nasıl Etki Ediyor?
Doç. Dr. Karakan, barsaklarımızdaki bakterilerin etkisini şu cümlelerle dile getiriyor:
“Dentritik hücreler iki tane barsak hücresinin arasından kollarını uzatıyorlar ve lümene kadar uzanıp orada ne var ne yok onu hissedebiliyorlar. Bunların parmak uçlarında reseptörler var. Bu reseptörlerle nereye dokunurlarsa onu hissedebiliyorlar. Yararlı bakteriye dokunduklarında aşağıya sinyal gönderiyorlar. Yararlı bakteri olduğunda T hücreleri aracığılı ile regülatuar bir bağışıklık sistemi cevabı oluşuyor. Yani ne inflamasyon oluşuyor ne antiinlamasyon oluşuyor. Vücudumuz için çok yararlı bir bağışıklık yanıtı oluşuyor ama patojen bakteriye dokunursa vücutta inflamasyon başlıyor. Bu kritik bir nokta. Burada meydana gelen olay sadece barsakla sınırlı kalmıyor. Solunum sistemi de dahil olmak üzere bütün vücudun bağışıklık sistemini aynı oranda etkiliyor. Yani barsaktaki bakteriler açısından güçlüyseniz, solunum sistemi enfeksiyonlarına da yakalanmıyorsunuz. Vücudunuz tüm enfeksiyonlara karşı da savaşma gücü kazanıyor.
Bunun dışında yararlı bakterilerin birkaç faydası daha var. Örneğin diğer bakterilerin toksinlerini parçalıyor. Antimikrobiyal etki gösteriyor, çevre dokularda antibiyotik üretiyorlar. Onun dışında trofik etkileri de var. Barsak hücrelerinin gelişmesini destekliyorlar. Sekretuvar immünglobülin A denilen özel bir immünglobülin var. Sekretuvar immünglobülin A’nın sentezlenmesini artırıyorlar. Bu da birçok enfeksiyona karşı koruyucu özellik gösteriyor.
Barsak Bakterileri ve Hastalıklar Arasındaki İlişki
İnsan çalışmaları hastalıklara göre barsaktaki bakterilerin değişkenlik gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bilim dünyası şu anda ancak atopik astım, çölyak hastalığı, kolon kanseri, diyabet, HIV enfeksiyonu, inflamatuvar barsak hastalığı, IBS, gastroenteritler, obezite ve romatoid artritle ilgili verilere sahip. Diğer hastalıklarla ilgili çalışmalar sürdürülüyor.
Üst solunum yolları enfeksiyonları için bilinçsiz antibiyotik kullanımı çok yaygın. Peki bu antibiyotikler bu kadar masum mu? Doç. Dr. Karakan, “Enfeksiyon hastalıkları bilinçsiz antibiyotik kullanımı söz konusu olduğunda direnç gelişmesi açısından tavsiyelerde bulunuyor. Ama bunun başka bir tarafı da var. Antibiyotik kullanmaya başladığımızda, yararlı bakteri sayısı en yüksek seviyede iken zararlı bakteri sayısı hızla azalıyor. Buna karşın zararlı bakteri sayısında hızla bir artış meydana geliyor. Antibiyotiği kesseniz bile bu flora bozukluğu uzunca bir süre devam ediyor. Bu süre kullandığınız antibiyotiğin türüne ve metabolik yapınıza bağlı olarak değişiyor. Somut bir örnek vermek gerekirse geçtiğimiz yıl idrar yolu enfeksiyonları için yapılan bir çalışmada çok kullanılan bir antibiyotik olan ciprofloksasin’in üç gün kullanımı sonucu flora bozukluğunun 7 ay boyunca devam ettiği ortaya konmuş. Peki Probiyotik kullanımı ile bunu engellemek mümkün mü?
Bazen antibiyotik kullanmak zorundayız elbette. Probiyotik kullanımı ile bu bozukluğun derecesini veya süresini kısaltabiliyoruz. Antibiyotiğe probiyotikle birlikte başladığımızda bu bozukluğun ya şiddetini azaltıyoruz ya da toparlanma zamanını kısaltıyoruz. Bu da çalışmalarda net olarak gösterilmiş” dedi.
Spesifik Hastalıklarda Probiyotikler
Doç. Dr. Karakan, İrritabl Barsak Sendromu, Ülseratif Kolon ve Chron Hastalığında, Yağlı Karaciğer’de probiyotik kullanımının sonuçlarını şöyle dile getirdi:
IBS (irritabl barsak sendromu) toplumun en yaygın hastalıklarından birtanesi. Bayanlarda daha sık görülen diyare, konstipasyon, gaz sorunu ve karın ağrısı ile kendini gösteren bir hastalıktır. Net bir tedavisi yoktur. Tedavide spazm çözücü ilaçlar, çeşitli kalsiyum kanal blokerleri, antidepresanlar kullanılıyor ama kesin bir kür elde etmek henüz mümkün olmadı.
2010 yılında yapılan bir çalışmada IBS’li hastalardan diyare ön planda olan hastalarda laktobasilin azaldığı, streptokokun ve diğer bakterilerin arttığı gösterilmiş. Konstipasyonun ön planda olan hastalarda ise başka bazı bakterilerin artıp azaldığı gösterilmiş. Miks formunda da bambaşka bakterilerin artıp azaldığı gösterilmiş. Demek ki, spastik kolon hastalığı barsaktaki bakteri dengesizliği sonucu meydana gelmektedir. En azından etkenlerden birtanesi budur. IBS’de çok sayıda çalışma var. Probiyotik verilmesi ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda, özellikle son yıllarda yapılan çalışmalar oldukça başarılı. Tüm çalışmaları özetlersek IBS’da yararlı bakterilerin kullanılması hem semptom skorunu hem de genel durumda iyileşme halini artırıyor.
İnflamatuvar Barsak Hastalığı, Ülseratif kolit ve Crohn hastalığı olarak bilinen süregen kronik hastalıklardır. Bunların tedavisinde de immünsüpresif ilaçlar kullanmak zorundayız. Ama Nature Dergisi’nde yayınlanan bir çalışma, sağlıklı insanların barsak bakterileri ülseratif kolitlilerin ve crohn hastalarının barsak bakterilerinin birbirinden çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu hastalığın patogenezinde yine barsak florasındaki dengesizlikler etken olmaktadır. Tedavisi ile ilgili ilk adımlar atılıyor. Özellikle ülseratif kolitte probiyotik tedavisinin çok ümit vaad ettiğini söyleyebilirim. Kılavuzlara girmek üzere gibi görünüyor.
Helicobacter Pylori midemizde yerleşen ülser yapan bir organizma. Bu organizmayı yok edebilmek için dörtlü antibiyotik tedavileri veriyoru, florayı alt üst ediyoruz. Bu nedenle helicobacter pylori tedavisinin yanına probiyotik eklenmesinin faydaları yıllardır araştırılıyor. Geçen ay çıkan bir çalışmada Helicobacter Pylori bakterisi ile midemiz için yararlı olan bakterilerden laktobasilusu aynı ortama koymuşlar. Daha sonra Helicobacter Pylori’nin patojen formundan patojen olmayan formuna döndüğü net olarak gösterilmiş. Bu da Helicobacter Pylori tedavisinde antibiyotiklerin yan etkilerini azaltmanın yanında direkt olarak Helicobacter Pylori’nin kendisini de baskıladığını gösteriyor. Bununla ilgili çok sayıda çalışma bulunuyor. Hepsini özetlersek, özellikle diyare ve bulantıyı azalttığı net olarak gösterildi. Yani tedaviye uyumunu artırıyor, eradikasyonunu da %10–15 arasında artıyor, gaz şikayetini de azaltıyor.
Karaciğer dokusu: Karaciğer barsaktan bağımsız bir organ değil. Barsaktan gelen kan portal ven aracılığı ile direkt karaciğere ulaşıyor. Dolasıyla barsaklarımızda patojen bakteri çoğunluktaysa, buradan gelen endotoksinler karaciğer içinde inflamasyona sebep oluyor. Yararlı bakteriler çoğunlukta ise bu inflamasyon meydana gelmiyor. Barsağımız aslında geçirgen değildir, çok sıkı bağlantılarla birbirine bağlıdır. Aralarından birşey sızdırmazlar. Alkol bu bağlantıları çözüyor ve barsak çok geçirgen hale geliyor. Aynı zamanda da barsakta bakterileri artırıyor. Dolayısıyla bakteriler buradan geçiyor ve bu bakteriler, endotoksinleri karaciğere ulaşıyor. Burada inflamasyon yollarını tetikliyorlar. Dolayısıyla barsaktaki zararlı bakteri sayısı karaciğer iltihaplanması için önemli bir etken. Burada zararlı bakteri sayısını azaltabilirsek karaciğerdeki inflamasyonu da azaltabiliriz.
Yağlı Karaciğer Hastalığı için de geçerli bir durum bu. Alkol kullanılmadığı halde oluşan bu hastalıkta insülin rezistansı çok önemli. İnsülin direnci aslında düşük dereceli inflamasyondan kaynaklanıyor. Düşük dereceli inflamasyon ise barsaktaki patojen bakterilerin çok olmasından meydana geliyor. Bunlar birbirini tamamlayan halkalar şeklinde. Burada patojen bakteri sayısı çok olduğunda hem yağlanmayı artıran insülin direnci meydana geliyor hem de karaciğere endotoksin meydana geldiğinde de iltihaplanma oluşuyor. Bunun sonucunda da fibrozis ve siroz meydana geliyor. Dolayısıyla barsak bakterileri patojenden yararlı bakterilere doğru çevrilebilirse yağlı karaciğer hastalığında başarılı sonuçlar elde edebiliyoruz.
Obezite tedavisi konusunda özellikle iskandinav ülkelerinin yaptıkları çalışmalar obez insanların barsak bakterileri ile zayıf insanların barsak bakterilerinin birbirinden tamamen farklı olduğunu gösteriyor. Obez insanların barsaklarında patojen bakteriler ağırlıklıdır. Zayıfladıkları zaman barsak bakterileri kendiliğinden normale dönüyor. Bununla ilgili olarak yapılan çalışmalarda yararlı bakterileri dışarıdan verirsek kilo kontrolünde faydası olur mu diye araştırılıyor. Özetle yararlı bakterilerin metabolik durumu düzelttiği kilo verilmesini kısmen de olsa desteklediğini gösteren çalışmalar var.
Probiyotikler Ömrü Uzatıyor mu?
İnsan çalışması yok ama Japonya’da fareler üzerinde yapılan bir çalışma probiyotik verilen farelerin ömrünün 1,5 kat uzadığını gösteriyor. Bu çalışmalara göre probiyotik verilen farelerde kanser gelişmiyor, verilmeyenlerde ise yaşa bağlı olarak kanserler meydana geliyor. Bilimadamları bununla kalmamışlar gen ekspresyonlarına bakmışlar. Probiyotik alanlarda yaşlanmayı sağlayan genlerin hiçbiri artmamış. Yaşlanma genleri aktif olmamış.