Özellikle 19. Y.yıl sonlarında kent planlamasının, Paris’in kentsel algısını bir anlamda yadsıdığını düşünsem de; hayallerin, tutkunun, sanatların, sanatçıların, tarihin ve varoluşun harmanlandığı, gizemli, şiirsel, akıcı, romantik bir şehir burası.
Sahip olduğu dinamikler düşünüldüğünde; dokusu renkleri izleri ile hep ne ise o olmaya devam edeceğine, kültürünü yarınlara devşireceğine de inanmayı çok istediğim kent. Merkezi ile arasında sadece metreler olsa da ayrıştırılmış; salaş, varoş gettoların varlığı, özellikle bu şehrin karakteristiği olmamalı diye düşündüğüm, her gittiğimde artan hayal kırıklığı yaşamak istemediğim kent. Onbinlerce yıl öncelerinden günümüze çağları dönüştüren geçmişi ile tarihe yön vermiş, kültürün, sanatın olduğu kadar özgün yaşam üslubu ile neredeyse her dönemde önemli bir çekim merkezi olmuş Paris. Şimdi biz her zamanki gibi öncelikle ve kısa bir hatırlatma için geçmişe, tarihine göz atalım. Sonrasında da şehri dolaşırız birlikte.
Arkeolojik bulgular yaklaşık M.Ö 8 binli yıllara gönderme yapsa da; M.Ö. 3. Yüzyılda bölgeye yerleşen bir Kelt kabilesi ile başlıyor Paris’in yazılı tarihi ve ismini bu kabileden alıyor şehir. Ticaretle uğraşıp, tahta saz kulübelerde sürdürülen yaşam standardı; M.Ö 52 yılında Romalıların bölgeyi fethetmesi ile M.S. 5. Yy’a kadar kentleşme sürecinde gerekli bütün disiplinlerle tanışıyor. Forumlar, tapınaklar, hamamlar, surlar, tiyatro, amfitiyatro… Ve yine bu dönem içerisinde, 3. Yy.’da Hıristiyanlık ile de tanışınca; Kiliseler ve Manastırlar da mimari ögelere katılmaya başlıyor şehirde.
Sonrasında; Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile yakalanan dinamizm de yitirilirken; Alman istilası ile el değiştiriyor şehir. Yeni kuşatma, savaş, istilalar nedeniyle Aachen’a devredilene kadar Almanların başkenti oluyor 508 yılından yaklaşık 8. Yy’a kadar. Vikinglerin, Normanların istilaları ile devam eden yıkım süreci; Fransız istilası ile tekrar yön değiştiriyor ve eski dinamizmini yakalıyor şehir M.S. 987’de. Hemen başlatılan yeni yapılanma ve restorasyonlarla Fransa’nın en büyük yerleşim merkezi haline getirilip ikinci kez başkent oluyor Paris. 14. Yy’a girerken; sadece Fransa’nın değil Avrupa’nın da en önemli bir dinamiği olarak görüyoruz artık bu şehri. Ve ama bu tarihten sonra farklı bir tarih yazmaya başlıyor Paris kendi rönesansı ile birlikte… Ağrılı ve kanlı bir süreç oluyor bu.
1340’lı yılların sonunda veba, hemen devamında İngiltere ve Fransa arasında başlayan Yüz Yıl savaşları; yıkım, yağma… 1420’de bir dönem İngilterenin işgali altında kalıyor şehir fransız direnişi ile geri alınana kadar. Ve ancak din savaşlarına sahne oluyor bu kez de Paris… Ve katliamlara.. Özekllikle 1572, St. Bartholomeo günü kara bir sayfa Paris için. Binlerce Fransız Protestan katlediliyor katolikler tarafından bugünde. Din savaşları hep bu kadar kanlı olmasa da 1594’e kadar devam ediyor Bearn prensi ve Fransa Kralı IV. Henri; şehri katolik olarak ilan edene kadar.

Hemen sonrasında şehrin yenilenmesine hız veriyor. 1610’da suikast sonucu ölümü ile eşi Marie de Medici ve sonrasında XIV. Louis ile hiç kesintiye uğramadan devam ediyor şehirde yapılaşma. Gotik öğelerin çoğu yokedilip rönesans etkisi ile biçimlenmeye başlıyor artık şehir. Ve kraliyet kurumları da Versailles Sarayı’na taşınıyor 1682’de. 1700’lü yılların başından itibaren ticaret, bilim ve sanat merkezi olmasının yanı sıra felsefe ile aydınlanma çağının öncülerinden oluyor Paris. Voltaire, Diderot, Montesquieu isimler bu çağın önemli dinamikleridir bildiğiniz gibi.. 1789’da halk hareketiyle başlayan Fransız devrimi; Monarşinin bitimi ve İnsan Hakları Bildirgesi ile hız alıyor ve bağımsız bir Paris Komünü kuruluyor şehirde. Ve sonrasında hep kesintiye uğrayan, birçok kez denenen cumhuriyet meclis çalışmaları; Napolyon Bonapart’ın 1804 yılında iktidarı ele alması ile son buluyor. Bu devrim süreci; politik açıdan en çalkantılı dönemidir Fransa’nın ve en büyük yansımaları da Paris’te yaşanıyor tabii. Ve sanayi devriminin de etkileriyle Napolyon; laik, liberal ve askeri bir disiplinle cumhuriyeti bir anlamda yeniden dizayn ediyor Fransa’da, dolayısıyla Paris’te 1814 yılına kadar. Şehirde pek kalıcı izler bırakmayan çok kısa dönem süren Rus istilasını görüyoruz şehrin tarihinde ve bu dönemde iktidarı ele alan Cumhurbaşkanı III. Napoleon, bir darbe ile iktidarı ele geçirip parlamentoyu feshederek kendisini Fransa imparatoru ilan ediyor. Ve valisi Baron Haussmann’ın önderliğinde büyük bir dönüşüm başlıyor Paris’de. Özellikle yollar, bulvarlar… hemen devamında demiryolları ile yeniden şekillendiriliyor şehir. Bu süreç 1870’de III. Napleon’un iktidardan düşürülmesine, Fransız ordusunun Paris’i terk etmesi üzerine Ulusal Muhafızlar bünyesinde örgütlenen radikal işçiler ve zanaatkârların 18 Mart 1871’de şehrin kontrolünü ele geçirmelerine ve sonrasında yeni bir meclis kurulmasına kadar devam ediyor. Ve aslında sonrasında da Dünya savaşlarına kadar yapılaşma adına, insan öncelikli değişim ve devinimler adına gelişim hep devam diyor şehirde. Örneğin; ‑Paris Sanatçılar Federasyonu Manifestosu- tam da bu dönemde, Gustave Courbet ve Eugène Pottier’nin (Enternasyonal Marşı’nın yazarı) aralarında bulunduğu birçok sanatçının ortak çalışmaları sonucu üretilmiş bir metin olarak yayımlanıyor. Sonrasında Dünya savaşları, özellikle 2. Dünya savaşında Almanların istilası ile gelen yıkım ve katliamlarla kesintiye uğrayan gelişimeler şehir restorasyonu ile ancak 1950 lerden sonra yeniden başlayabiliyor Paris’de.
Tüm bu tarihsel sürece ve sonrasında şehre baktığımızda; Antik dünyanın pagan sanatından hemen bir şey kalmazken, farkediyoruz ki; Roma dönemi eserlerden hamamlar ve birkaçı daha taşınabilmiş bugüne her yeni ekol kendine yer açmak için neredeyse yokettiği ya da dönüştürdüğü için mimariyi. Böyle olduğu halde, yine de ait olduğu dönemin ruhunu yakalayabileceğiniz yüzlercesinin daha şehrin dokusunu oluşturduğunu görebiliyoruz. Her köşesine; en ahlaksız 🙂 mahallesinden, dindar ve sanatçılar tepelerine, meydanlarına, pasajlarına, bahçe ve rıhtımlarına, köprülerine, sokaklarına yayılmış kültürel bir şölen… bir koleksiyon şehir burası. Ve bu şehri yüzeysel olarak tanımak için bile çok zamana ihtiyacınız olacak.

Şehre öncelikle şöyle bir yüksekten bakmak isterseniz; 210 metre yüksekliğindeki Montparnasse “gökdelen” kulesi, Montmartre – sanatçılar tepesindeki Sacre Coeur Kilisesi ya da 324 metre yüksekliğindeki Eyfel Kulesi seçenekleriniz arasında. Müze ve galeri girişlerindeki bilet kuyruklarında zaman kaybetmek istemiyorsanız bir pass kart almanız ya da biletlerinizi önceden ve internetten almanız da seçenekleriniz arasında. Ve ziyaret etmek istediğiniz Müze ve galerileri önceden belirlerseniz kombine biletlerle biraz tasarruf da yapabilirsiniz diye hatırlatarak Müzeleri ile başlıyoruz şehri tanımaya. Paris deyince ilk akla gelen de tabii ki şehrin tam da merkezindeki Louvre Müzesi. Ve biz binaya göz atıyoruz öncelikle. Philippe Auguste döneminde 1190 yılında, şehri korumak için savunma kuleleriyle bir kale olarak planlanıp, inşa edilmesiyle başlıyor yapının serüveni. Müstahken bir kale olmasının yanı sıra aynı dönemde hapishane olarak da ilevi vardı yapının bir bölümünün. Ve yine idari işler için de birçok alan eklenmiş hemen sonrasında, 1220’li yıllar, Saint Louis döneminde ki bu bölümü bugün hala görebilirsiniz, geniş sütunlu bir salon. (salonun girişinde bilgilendirme panosu var.) İstilalar sırasında büyük zarar gören yapı yenilenirken sağ kanada bir de saray inşa edilerek Kraliyetin ikametgahına (Tuileries Sarayı temelleri) dönüştürülüyor 1. Francis zamanında. Bu dönem eklentileri; Cour Carrée’nin güneybatı bölümünde görebilirsiniz eğer isterseniz. Gerçekten Kraliyet ikametgahı olarak kullanılmaya (ama ancak çok kısa bir dönem için) II. Henri döneminde (1547−59) saray biraz daha kompleks hale getirildikten sonra başlanıyor. Gerçi XIV. Louis’nin 1682’de artık kraliyet ikametgahını Versailles’a taşıması; binaya katkılarını engellemiyor kraliyetin. Bu döneminde binaya eklemeler yapılmasının yanı sıra dönemin muhteşem sanat eserlerinden oluşan bir koleksiyon toplamaya başlamalarıyla müzenin de ilk temelleri atılmış oluyorlar aslında. Grande Galerie-Büyük galeri bu dönemde inşa edilyor ve 1789 Fransız ihtilalinin başladığı yıllarda, hala devam ederken bu galeri 1793’de – Musée Central des Arts – halka açılıyor. Diğer bölümler yeni kurulan meclislerin ve iktidarın çalışma ve ikamet alanlarına dönüştürülüyor yeniden 1870 yılına kadar. Devrim komitelerinden Napoleon’a, Louis-Philippe’ye.. ve her dönem sahipleri kendi ekollerinde hem iç mekanlarda hem ekledikleri yeni kanatlarla geliştiriyorlar bu kompleksi. Bugün bu binaların tümü; iki büyük avlu içine yer alan iki ana dörtgeni oluşturan geniş, kocaman bir yapı kompleksi.

Dünya savaşları sonrasında da elden geçen komplekse son ekleme; Çinli mimar I. M. Pei tarafından 1989 yılında yapılan 20,6 m. yüksekliğindeki camdan Piramid. Işığı en alt kata kadar taşıdığı savunulan bu eklenti benim açımdan sadece saçmalık. Dünyanın en ünlüleri arasında sayılan 60.600 m² den fazla alanı, 3 kanat ve 8 bölümde sergilediği eserleri ile Louvre yine de dışarıdaki kümbeti unutturacaktır size diye düşünüyorum en azından tekrar dışarı çıkana kadar. Bildiğinizi varsayarak ama yine de hatırlatmak için; dünya tarihini, sanatını, sanatçılarını her dönem ve her ekolü ile ayrıştırıp, geçici sergileri ile de çok zengin bir sunuya sahip müze için bence en az 3–4 günün ayrılması gerek. Bu nedenledir ki; özellikle zamanınız kısıtlı ise içeriden alacağınız bir klavuz ile ilgi alanlarınıza göre daha kısa zamanda ki bu da en az bir gündür, daha verimli bir ziyaret gerçekleştirebilirsiniz. Salı günleri kapalı olan müze diğer günler 09:00–18:00 arası açık. Çarşamba ve Cuma günlerinde ise 21:45 te kapanıyor. Ücretsiz girmek istiyorsanız, ziyaretinizi her ayın ilk Pazar günü için ayarlamalısınız. Ve hazır buralardayken halka açık olan Tuileries terasıyla birbirinden ayrılan Louvre’un kanatları arasındaki 6,2 hektarlık Carrousel Garden ile 22,4 hektarın üzerindeki Tuileries Bahçesine de zaman ayırmalısınız. 17. Yy’dan 21. Yy’a kadar yüzlerce sanat değeri olan heykel ve objelerle açık hava müzesi gibi bu bahçeler. Kompleksin doğusunda da 3 küçük bahçe daha var ancak biz sıradan insanlara kapalı. Musée de l’Orangerie 1857’de inşa edilen ve 1927’den beri de müze olarak kullanılan Tuileries Sarayı’nın eski sera alanındaki sanat müzesi. Zemin katında geçici sergilere de yer veren müzeyi özellikle empresyonizme ilgi duyanlardansanız mutlaka ziyaret etmelisiniz. Fransız empresyonistlerinden Claude Monet; 8 tablosunu Fransız hükümetine hediye etmiş ve burada sergileniyor.

Musee D’Orsay’da 1848–1915 yılları arası Fransız sanat eserlerinin sergilendiği en ünlü empresyonist ve post-empresyonist koleksiyonlara sahip, St. Germain bölgesindeki en zengin müzelerden. Eski tren garından dönüştürülmüş müze; içeriği kadar bina yapısıyla da iyi bir görselliğe sahip. 1850’lerde başlanan yapımı 1900’de tamamlanmış ve güneybatıya giden trenlere istasyon olmuş. 2. Dünya savaşı sırasında haberleşme merkezine dönüştürülmüş ve sonrasında atıl kalmış bina 1986’da müzeye dönüştürülüp açılana kadar.
Musee Rodin ise hazır buralardayken ziyaret etmenizi önereceğim bir diğer müze. Fransız heykeltraş Rodin’e adanmış ve özellikle bahçeleriyle dikkat çekici. 1919’da Auguste Rodin’in tüm eserlerini Fransız hükümetine bağışlaması karşılığı müzeye dönüştürülmüş bina. Bina; bir odasında çağdaşı ressam ve sanatçıların eserlerine de ev sahipliği yapıyor.
Musée de Cluny Dinlerin çok önemli merkezlerinden, kilise ve katedrallerden din ve din adına, dinlere dair ya da ilintili eserlerin sergilendiği, özellikle ortaçağ resim, heykel röliyefleriyle ilgiliyseniz ziyaret etmeniz gereken bir müze. Bina ise 15. yüzyılda eğitmen rahibelerinin konutu olarak inşa edilmiş ve tesadüfen çok da dönüştürülmemiş gotik üslubuyla gerçekten ortaçağda hissettiriyor sizi. Çıkış, küçük bir parkta yer alan Descartes’ın heykeline açılıyor… Tabii “Hediyelik eşya dükkanı”ndan sonra. Pazartesi günleri kapalı müze. Ve ama her ayın ilk pazar günü ücretsiz.
Espace Salvador Dali Butte Montmartre’nin tam tepesindeki müzenin iki katı; sürrealist sanatçıya adanmış, Salvador Dali’nin eserlerine evsahipliği yapan kalıcı bir sergi niteliğinde. Cervantes’in ünlü romanı Don Kişot’u resimlemeye başladığındaki sürece dair gravürleri görebilir ve hatta kısa bir filmi izleyebilirsiniz burada. Ve belki atölye çalışmalarından birine ya da gala, seminer gibi bir etkinliğe rastlayabilirsiniz.
Musée du Montparnasse Academy of Painting’in devamında fotoğrafçısı Marc Veux’in arkadaşlarından toparladığı yaklaşık 250.000 fotoğrafı 1952 yılında sergilemesiyle atılıyor bu müzenin temeli. Ölümüyle dağılan koleksiyon Chemin du Montparnasse’yi kuran Roger Pic ile Jean-Marie Drot ile yeniden hayat buluyor ve zamanla Musée du Montparnasse adını da alarak hem fotografın hem de bütün dünya sanat ve sanatçıların aktivitelerine açık bir merkeze dönüşüyor. Yine dünyanın her yerinden gelen geçici sergilere de evsahipliği yapıyor müze.

Arap ve İslam medeniyetlerinin köklerinden günümüze ilgili sanatların sergilendiği Institut du Monde Arabe, Fransız ordularının tarihine tanıklık edebileceğiniz De L’armee Müzesi, Avrupa’nın en büyük cam çatısına sahip, uluslararası sanatçıların sergilerine ev sahipliği yapan Grand Palais, daha çok 19 Yy. sanatçıların eserlerinin sergilendiği hemen yanındaki Petit Palais, Romantik dönemin en önemli ressamlarından biri olan Delacroix’in stüdyosundan dönüştürülen Eugène Delacroix Müzesi, üç binden fazla Picasso eseri ile Picasso’ya ait sanat koleksiyonunun sergilendiği, 1985’ten bu yana hizmet vermekte olan Picasso Müzesi, Parisin tarihinden kesitler sunan Carnavalet Müzesi ve kenar köşelerda daha birçok müze ve galerilerle başbaşa bırakıyorum sizi şimdilik… Bir sonraki yazıda yine Paris ile devam etmek üzere. Bu arada; restaurant ve cafelerin keyfini benim için de çıkarın lütfen. Notre Dame manzarası eşliğinde 1582 yılına gönderme yapan La Tour d’Argent, aristokrat ve entellektüellerin bir zamanlar mekan tuttuğu Le Procope, bir dönem tren garı olarak kullanılmış şimdi müthiş lezzetler sunan Bouillon Chartier, yine 1700’lere dayanan ve Bonaparte ve Joséphine dahil liderlerin, politikacıların yanı sıra sanatçıların da müdavimi olan Le Grand Véfour… sonra Le Rocher de Cancale, Montparnasse 1900, Les Deux Magots, Café de Flore… Tabii ki bunlar en ünlüleri. Ancak yüzlercesi ile şehir sadece ruhunuzu beslemekle kalmayacak, damağınızda da unutulmaz tatlar bırakacak. Dostlukla kalın ve yollarımız hep açık olsun.