Demir Perde, Komünizm, Kızıl Meydan, Kremlin, sıcağı soğuğu ile savaşlar, bilim, kültür, spor ve votka… Ayrıca Dünya siyasetinin merkez taşlarından biri olan çok farklı ve yine çok boyutlu bir başkente, Moskova’ya düşürüyoruz yolumuzu bu kez.
Eminim ki sizin de kulağınıza Nazım Hikmet, Aleksandr Aleksandroviç Bek, Çehov, Mikhail Bulgakov, Nikolai Gogol, Vladimir Mayakovski ve daha niceleri bir şeyler fısıldıyacak kitaplarından, bazen de dizeler geliverecek dilinizin ucuna şehri gezerken… Moskova Önlerinde’nin Bourdcan’i Vatan’ı anlatacak belki size… Ve belki “Yaşamak güzel şey be kardeşim”le başlayacak bazen cümleleriniz buradayken… Tabii en dibinden, derinden yakalarsanız bu şehri.Biz her zaman olduğu gibi önce şehrin tarihine bir bakalım isterseniz.
Moskova Nehri üzerinde Schukinskaya’daki arkeolojik kazılardan elde edilen verilerle Neolitik çağlara kadar gidiyor burada da insanoğlunun izleri. Sparrow tepeleri, Setun Nehri ve Kuntsevskiy orman parkı civarındaki buluntular ise daha geç döneme, Demir Çağına işaret ediyor ve Fatyanovskaya ve Dyakovo kültüne ait bilgileri de buradan alıyoruz. Etnik köken içinde de Slav ağırlıklı Uygur, Moğol, Tatar, Alman ve Viking’lerden Finlilere birçok geni sayabiliriz bu topraklar için.
Geçmişe dair böyle veriler olsa da şehir “Moskva – yani Moskova” için resmi kuruluş 1147 olarak kabul ediliyor. Vladimir-Suzdal Prensliğinin sınırında nehirler ve bataklıklarla örülü küçük bir yerleşke o zamanlarda Moskova. Prens Yuri Dolgorukiy’nin Moskova’ya, diğer prensliklerden Sviatoslav Olgovich dahil birkaç kişiyi davet ettiği anlaşılan el yazması bir mektupta ilk kez adı geçtiği için mektubun yazıldığı tarih, Moskova’nın da başlangış tarihi olarak kabul göregelmiş. 1156’da komşu prensliklerden korunmak amacı ile Borovitsky Tepesi üzerine küçük bir kale inşa edilerek de yerleşkenin şehirleşme süreci başlatılmış. Ki bu kale Moskova’nın ilk Kremlin’i (kelime anlamı ile kale-hisar-şato) olarak anılıyor. Sonrasında çok kez tahrip olan kalenin üzerinde bugünün Kremlin’inin kulelerinden biri uzanmakta. Ve tam da burada bir de pagan tapınağından bahis geçiyor ama veriler çok net değil.
Bu tarihten hemen sonra Moskova’nın bir dönem bağımsız penslik olduğunu görüyoruz. 1238’deki Moğol istilası hem siyasi hem ticari dengeyi bir dönem bozmuş olsa da 13 yy.‘dan sonra Rusya’ya bağlı bir beylik olarak ve Moğol istilasını da neredeyse tamamen berteraf ederek hızlıca büyümeye başlıyor Moskova. Kilise, Katedral ve Kremlin’e yeni duvarlarla şehrin görünümü hızlıca değişiyor 1330’lu yılların başından itibaren. Ama yine 1353 yılında binlerce kişinin yaşamına mal olan veba salgını, özellikle 1365’deki büyük yangın dahil birçok etkenle sarsılan şehir Prens Dimitri Donskoy tarafından yapı malzemesi artık taş ağırlıklı olmak üzere, öncelikle Kremlin’den başlanarak yeni manastırlar ve savunma amaçlı kulelerle yeni bir yapılanmaya sokuluyor. Kremlin böyle büyürken, Moskova’da büyüyor ve bu da; doğal olarak feodal savaşların içine çekilmesine neden oluyor. Özellikle 15. yy’da da bu iç çekişmelerde ve hızlıca artan sur duvarları, kuleler ve dini yapılaşmanın da etkisiyle Rusya’nın neredeyse hem ticari hem dini merkezi oluveriyor Moskova.
1547 yılında, Korkunç İvan Rus Çarı olunca merkezini Moskova’ya taşıması ile şehrin büyümesi daha da bir ivme kazanıyor. Moğol saldırıları, 1612’deki Polonya-Litvanya, sonrasında Fransız işgallerinden pek etkilenmeden devam ediyor şehir kendini geliştirmeye. 1700’lü yılların ilk yarısında Çarlık; merkezini Saint-Petersburg’a taşısa da bu ancak kısa sürüyor. Gerçi bu geri taşınmanın neredeyse pek bir şey değiştirmediğini ve Saint-Petersburg’un hala Rusya’nın gayri resmi merkezi olarak kaldığını söyleyebiliriz. Rusya’nın dolayısıyla Moskova’nın siyasi yapısı dahil tüm disiplinlerini etkileyen asıl dönüşüm 1. Dünya Savaşı ve sonrasındaki 1917’de gerçekleşen Bolşevik devrimidr tabii ki. 1918 yılında başkent olan Moskova’yı artık devrimin merkezi olarak görüyoruz. Bu devrimin belki de tek bir olumsuz etkisi geçmişinin mirası dini yapıların çoğunun ya yıkılması ya da renovasyonlarla üzerinde çok oynanması.
Neyse… Biz şehrimize dönelim… 1930’lardaki sanayi devrimini de içselleştiren rejim 2. Dünya Savaşı başladığ ında bu savaştan uzak durmayı hedeflerken Hitler’in hedefinde Moskova’ da vardı ama. Ve ancak Moskova’ya 30’lu kilometreler kala durdurabildiler Almanları. Yani yeni kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği istemeden bir savaşın içine girip, galip devletlerin yanında yer aldı. Sonrasında ülkenin kaderi gibiydi Başkent Moskova. Yeni rejimin yapılanmaları, soğuk savaş, “ılımlı” dönüşüm ve sonında yine sosyalizmden vahşi kapitalizme geçiş. Şu “ılımlı” nın açılımı gerek İslam’da gerek yönetim biçimlerinde toplumu radikale alıştırmanın bir yolu olduğunu insanlık anlamadığı sürece, kendi üzerlerinde her türlü oyunun oynandığını ve oynanabileceğini de anlamayacaklardır diye düşünüyorum..
Çok uzatmadan biz planlamacılık harikası şehrimize, şehir kadar ülkenin kalbine çevirelim artık yüzümüzü. Yani Kızıl Meydan’a ve Kremlin’e… Yine de düşününmeye devam ediyor insan… “Coğrafya kaderdir” demiş İbn Haldun. Yüzyıllarca aynı kaderi yaşamak ya da kaderinde aktif rol oynamak coğrafya kadar akılla ve onu nasıl kullandığınla da ilgili aslında.. Ve böyle düşününce de hep öncelikli olarak Kızıl Meydan gelir aklıma benim (ve tabii Bastil de) Eminim siz de bu meydanda kendinizi, tarihi sorgularken bulacaksınız. Özellikle Lenin’in mozolesi önünde… Ve aslında “Meçhul Asker Anıtı” da bir şeyler anlatmak isteyecek size. Heykele yakından bakın, özellikle atın ayaklarına…
Kremlin binalar kompleksine bir göz atalım şimdi biz. Sadece dünyanın en büyük savunma kalesi değil, kırmızı sur duvarları boyunca inşa edilmiş 20 kulesi, Devlet Sarayı, kiliseler, katedraller, hazine bölümleri ve daha birçok yapıyla Kızıl Meydan’a açılır bu binalar kompleksi. Rusya tarihinin, siyasetinin, kültürünün hem mimari hem santsal başyapıtı diye geçer bütün literatürlerde. Eski kaleyi saymazsak Korkunç İvan’la başlar yapımı Kremlin’in ve ancak içine daha önceden yapılmış bazı yapıları da kapsayarak. Sonrasında da her dönem katkılarla gelir günümüze. Şimdi biz önce katedrallerle başlayalım Kremlin’i dolaşmaya. Assumption yani Uspensky Cathedrali eski Rus Mimarisinin en güzel örneklerinden. Theotocos Dormition Bayramı ve “Virgin”‘e (Meryem Ana’ya) adanmış. Taç giyme törenleri dahil 600 yıl boyunca devletin milli ve dini merkezi olmuş Kremlin’in içindeki en eski yapı. Planlaması ve başlangıcı daha eskiye dayansa da, eski kilisenin üzerine yapılmış olsa da 1479 yılında, Moskova’ya davet edilen mimar Aristotele Fioravanti tarafından inşa edilmiştir diye kabul görüyor Katedral. Küçük beyaz taş bloklar, antik çapraz kubbelerle özgün bir dış yapı oluşturulurken iç mekanda bu özgünlük daha da ortaya koyuyor kendini. Ve bu yapı tarzı, sonrasında Rus mimarisini de biçimliyor aslında. İçeriye girdiğinizde sıradışı bir yükseklik, ferahlık ve ihtişamın yanı sıra geçmişin izlerini en çok bulacağınız katedral burası. Katedrale mezarlık alanı da dahil edildiğinden 1326’dan 17. yy’a kadar Büyük Peter dahil 19 devlet büyüğünün mezarları burada bulunuyor. Ve yine içeride duvar süsleme sanatının belki en incelikli çalışma örneklerinin yanı sıra ‑ki özellikle batı duvarını incelemelisiniz- ikonlarla da tarih aktarılıyor sanki. Ve bunca hengameden sonra arda kalanlar bunlarsa, öncesini hayal bile edemiyor insan.
Yine Kremlin mimari topluluğundan bir diğeri Archangel Katedrali. 1330 yılında inşa edilen kilisenin temelleri üzerine 15051508 yılları arasında kurulmuş. Venedikli mimar Aleviz Novy proje denetmeni burada. Ve yine orijinal bir katedral. Kitabeler ve mezarlarla donatılmış bu katedralde Ryurikovich ve Romanov hanedanlığının mezarları en göze çarpanlar. Dışarıdan bakıldığında Venedik-İtalya Rönesansı ve Rus mimari özellikler eklektik değil de iç içe geçmiş gibi bu yapıda. 5 kubbe ve yukarıda büyük ana çapraz kubbe ile taçlı, kuzey va batı girişleri oyma taş potallı ana kapı bina, içeride yine duvar süsleme sanatı ve ikonlarla tarihini aktarıyor bize. Tabii tahrip olan ve aslına uygun restore edilmeyen ve sonraki dönemlere ait çalışmaları gördüğünüzde siz de fark edeceksiniz yitirilenleri. Kremlin’deki diğer bir katedral de Annunciation. Yine eski bir kilisenin temeli baz alınarak üzerine inşaa edilmiş ve 1489 da kutsanmış, yani açılmış ve sadece Kraliyet ailesi törenleri ve Kraliyet hazinelerine mekan olarak kullanılmış. Kesinlikle görmeye değer.. Bir diğer görmeye değer dinsel anıt ise 1484–1485 yılları arasında yapılan The Church of Laying Our Lady’s Holy Robe – Kutsal ana ve emanetleri kilisesi diyelim (aile kilisesi) Şimdi ahşap ağırlıklı ve kilise sanatının tarihi sürecini de aktaran bir sergi var içerisinde. Hemen burada bir not düşeyim, Moskova’yı gezerken şehre yayılmış daha birçok kilise, manastır, sinegog yani dini yapılar göze çarpıyor. Beni en çok şaşırtan bu yapıların çokluğu değil, bunlara duyulan ihtiyaç oldu, özellikle kadınlar için. Merdivenleri öpe öpe kiliseye giren kadınları görünce şaşırdım. Kominizmden sonra ilk hortlayan ve ivme kazanan din olmuş sanki. Ve kadınlar da bu alanda en verimli devşirilenler diye düşündüm. Tabii bu sadece benim gözlemime dayanan bir varsayım.
Yine dağıttık konuyu… The Patriarch’s Palace ve Twelve Apostles’ Church, yani Patriğin Sarayı ve 12 havari kilisesine de bir göz atıp molayı öyle verin isterseniz. Anlaşılacağı üzere iyi bir gözlem yapmak istiyorsanız Kremlin için biraz fazla zaman ayırmanız gerek. Saray 17. yy. Rus sivil mimarisinin en iyi örneklerinden. 1653–55 yılları arasında inşa edilmiş ve kilise de eklenmiş içine. Şimdi yemekhane bölümünde Rus elişi sanatının, nakışların en nadide örneklerini görebilirsiniz. Kilisede ise birçok ikon ve süsleme günümüze kadar gelememişse de yine de içerisi size bir fikir verecektir. Armoury Chamber yani cephanelik binası da 1871 yılında eski mahkeme binası üzerine inşa edilmiş ve şimdi bina hem askeri hem özel koleksiyonları içeren ve ülkenin neredeyse tüm tarihine ışık tutan çok zengin bir müze. Kremlin’in bütünlüğünü tamamlayan yapı elemanlarından bir diğerleri de tabii ki kuleler. Spasskaya, Sts. Konstantin ve Helen kuleleri diğer kuleler gibi hem işlevsel hem mimari detaylarla örülü ancak surlar, kuleler ve tüm bu kompleksin anahtarı pozisyonundaki yapı; 1505’de yapımına başlanıp 3 asır boyunca inşası süren büyük çan kulesi.
Aziz İvan Climacus’un kilisesinin temelleri üzerine 60 m. yüksekliğinde iki alt katta orta büyüklükte, üsttekinde küçük bir çan olan 3 kat ve bir açık galeri olarak başlayan serüven, kilise eklentileri, uzatılan aralar ve eklemelerle geliyor bugüne. Ve bugün artık çan sayısı 21, büyük çanın ağırlığı ise 65.5 ton. İçeride de işgal tarihi, Moskova mimarlık tarihi ve şanslıysanız özel sergiler sizi bekliyor olacak. 202 ton ve 6,14 metre yüksekliğindeki Tsar Bell, yani Çar Çanı ise Rus döküm teknolojisinin başyapıtı ve hemen buradaki taş kaidenin üzerinde. Kremlin ve Kızıl Meydan’dan ayrılıp bu metropolü bütün dokularıyla tanımaya çalışırken anlıyorum ki şehir planlamasının belki de dünyadaki en güzellerinden bir, bütünüyle iyi organize olmuş Moskova. Ancak Moskova’ya ilk kez ve bir tur şirketi kullanmadan geliyorsanız, havaalanları (hangisi olduğu pek farketmez) ve hemen yakın çevresi sizi farklı, “biraz olumsuz” etkileyebilir. Bence buna izin vermeyin. Zaten çok kısa bir zaman sonra, özellikle şehre gidiş için raylı sistemleri kullandığınızda hemen farkedeceksiniz şehrin gerçekliğini. 3 ve bazen 4 katlı metro istasyonları çoğunlukla bir sanat galerisini aratmayacak nitelikte ve çok işlevsel.
Hazır söz metrolardan açılmışken yeraltındaki diğer Moskova’ya da bir göz atmalısınız bence. Kızıl Ordu Genel Kurmay Sığınağı dahil hepsini birbirine bağlayan bir raylı sistemden bahsediliyor. V.I.P. ve bu yapılar şehrin üstü kadar önemli şeyler aktarıyor bize. Bence en önemlisi şimdi Soğuk Savaş Müzesi olan Anti nükleer “Taganskiy” sığınağı. 7 bin metrekarelik alana sahip bir tesis ve ama Moskova’nın merkezinde, ancak 60 metre derinlikte. Yaklaşık 20 katlı bir merdivenle iniliyor aşağıya. Tüm ekipmanlar ve buradaki yaşam koşulları dahil bir fikir vermesinin yanı sıra nükleer savaşlara ne kadar yakın olduğumuzu anlattı bu tesis bize. Simülasyon gösterisi ile biraz turistik gösteri yapsalar da özellikle binadan çıkınca yaşamaya “şimdilik” izin verilen piyonlarmışız gibi hissettik biz kendimizi devletler ve şirketler ağında. Bence mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri burası. 37 metre derinlikte, yaklaşık 600 kişinin yaşayabileceği genişlikte, hala duvarlarındaki 2. Dünya Savaşı pankartları, Stalin’in çalışma odası ve şahsi eşyalarıyla İzmaylovo’da bulunan stadın altındaki Josef Stalin’in yeraltı konağı da halen duruyor ve neredeyse olduğu gibi korunuyor. Yeraltında yeteri kadar dolaştığınızı düşünüyorsanız yukarıya çıkın.
Meydanlarını, caddelerini, Bolşoy başta olmak üzere tiyatrolarını, diğer müze ve galerilerini dolaşabilir ya da belki Nazım Hikmet’i ebedi ve huzurlu yerinde ziyaret etmek isteyebilirsiniz. Moskova asla bitmeyen bir şehir, yani yola çıkmazdan önce mutlaka gitmek isteyeceğiniz yerleri not almanızda fayda var. Keyfini çıkarın şehrin ve dinleyin kenti…
Yollarımız hep açık olsun.