Trave – Wakenitz nehirlerinin kıyısında yine bir Alman’a; Almanya’nın kuzeyinde eski şehrin tamamı UNESCO Dünya Mirası olan küçük bir şehre; Lübeck’e düşürüyoruz yolumuzu bu kez. Bunu biz sıcak yaz aylarında yapmıştık ki bu zamanlama özellikle kuzey için hep öngörülür bir tercih. İskandinavya dönüşü karavanla uğramış, planladığımızdan daha uzun kalmıştık bu bölgede. Kuzeylerin yaz da olsa soğuğundan sonra içimizi ısıtmıştı doğası ile bu masalsı şehir.
Denizden gelen korsanlara karşı hem şehirlerini, hem ticaretlerini korumak üzere 13. yüzyılda Almanya’da önce Ren bölgesinde oluşturulan ve sonrasında kuzey liman şehirlerinin katılımıyla gelişen Hansa birliğinin en dinamik şehridir Lübeck. 1200’lü yılların sonundan, 1600’lü yılların sonuna kadar. Bu yüzden Lübeck denince aklıma gelen Hansa; ticaret hukukunun, uluslararası hukukun temellerinin atıldığı en etkin ticari kuruluş ya da lonca-birlik. Üstelik çevre ile ilgili de korumacı kararlara imza atmış bir birlik. Yine şehrin adı geçtiğinde aklıma düşen bir diğer ilk; Thomas Mann…Ve bir diğeri; tabii Hitler’e karşı duruşu şehrin, Hitler’in de sevmediği şehir olması.
Organize ticaretin, ticaret akışında şekillenen çoklu kültürün, kültür dinamizminin etkilediği yaşam disiplininin ve yine de kuzeye özgü olduğunu düşündüğüm yaratıcı-etkin insan profilininin sanki Ortaçağ’dan beri el değmemiş 21. yüzyıl hali gibi burası. Ama turistik hiç değil, günlük yaşamın aktarımı böyle.
Belki şöyle daha iyi açıklayabilirim; örneğin Tallinn de tam bir küçük Ortaçağ şehri; ancak şehrin tamamı bunu turistik bir gösteri olarak pazarlıyor. Lübeck ise sadece kendini, kendi doğalını, gününü yaşıyor. Biz “turistler” hiç umurlarında değildik. Güleryüzlü, uygar ve ‑burası biraz çıkarcı bir gözlem olabilir – yardımseverler; çünkü karavanımıza yer gösterdiler. Sözün kısası ticaretin manifestosunun yazıldığı bu şehir; turizm açısından bölge olarak kendini pazarlamaktan uzak açık hava müzesi gibi bence.
Adı; adalet, özgürlük, güzel ve huzur anlamına gelmiş ve bu kavramların hakkını vermiş suyla çevrili şehirin, kuleleri, kiliseleri, kiremit dokusu, arvavut kaldırımı yollarıyla; müzeleri, galerileri, gecesi-gündüzü ve olabildiğince bütünüyle hem içine, hem tarihine şöyle bir bakalım artık benim kadar sevmeniz umuduyla. Küçük ve çok etkileşimli bir şehir olduğu için güzergahsız bir anlatım olacak bu kez.
7. yüzyılda Slav ve hemen sonrasında Germen kabileleriyle; Wagrians, Polabians, Starigard, Plune, Racisburg ve o zamanki adı Liubice olan Lübeck gibi minik uzakara köyler ve kalelerde yaşamın başlaması ile yerleşik düzene geçildiğini görüyoruz bu bölgede, ağırlıkla Donau Körfezi’nde. 9. ve 10. yüzyıllarda şekillenme 11. yüzyılda gelişmeye doğru devşiriyor kendini. Küçük bir kale köyden; Hıristiyan prensliğine geçince 1055’te kale yeniden elden geçiriliyor ki, günümüze kadar bu yenilemeler, eklemeleriyle restorasyon – renövasyon çalışmaları sayısız kez tekrarlanacak. Bu gün gezeceğiniz kale geçmişin evrelerinden çok aslında belki de ruhunu yansıtıyor olacak size.
Schwartau ve Trave nehirleri arasındaki yarımada üzerinde tahkim edilen kalenin; 12 metre genişliğinde bir hendek açılarak ada kaleye dönüştürülmesi ve anakaradan ayrıştırılması 1087 yılında. Bu sırada yerleşke yine pagan Kruto (Slav) yönetimi altındaydı 1093’te tekrar Hıristiyan Prensi Henry tarafından alınana kadar. 1100’e kadar da kale kompleks hale getirildi; Henry’nin sarayı, kilise, kale duvarlarının yükseltilmesi, evleri, kuyumcu atölyeleri, garnizon binalarıyla. Güneybatısının Sakson tüccarların kolonisine dönüşmeye başlamasıyla da kuzeybatı yoksul halka kalmış.
1138’e kadar ve sonrasında da yıkımlar görüyoruz Liubice’de, ta ki Kont Adolf II. Holstein tarafından işgal edilip Lübeck adını alana ve burada bir Alman yerleşimi kurana kadar. Hatırlatmakta fayda var, Slav nüfusunun bölgede hep kendi meclisleri oldu. Sonrasında da ortak bir “Şehir Yasaları” oluşturdular ki bu yasaların kodu, temeli eski Slav yasalarından alınmış.
1147’de yeni bir kale inşaatı planlanıyor. 1158’de Adolf II iktidarını Henry the Lion’a (Arslan Henry) devredince şehir onarımlarının devam ettiğini, asıl mimari yükselişin ise 1181’de kalenin yenilenmesiyle bir imparatorluk şehrine dönüşmesini görüyoruz. Şehrin egemenleri değişse de 19. yüzyıla kadar devamlılığı olan, çoğunluğu tüccarların oluşturduğu Şehir Konseyi’nin kuruluşu da bu yıla rastlar. 1192’ye kadar Sakson Dükalığında, 1217’ye kadar tekrar Holstein şehri, 1226’ye kadar da Danimarka egemenliğinde. 1226 yılında ve sonrasında İmparator Frederick II tarafından statüsü de yükseltilerek bağımsız kılınıyor şehir.
Artık 14. yüzyılda da Almanların Baltık kıyısında parlayan yeni yıldızı, Hansa’nın kraliçesi, ta ki Fransa ilhakına kadar. Ülkelerin Hansa uluslararası ligleri, lig- ticaret savaçları, yengiler, veba salgını, yenilgiler, 30 yıl savaşları “kendisi fiilen girmese de”, yıldız yavaş yavaş sönse de, 1669’da Hansa ligi fiilen son bulsa da Lübeck Baltık Denizi’nin önemli bir ticari limanı olmaya devam etti, aslında hala da ediyor.
1806’dan 1815 Viyana Kongresi’ne kadar Fransızlar’ın egemenliğine geçen şehir bu dönemde ekonomik olarak da çok sıkıntılı bir evre geçirdi ve ilk kez bir banka iflas etti. Ama bence 2. Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları sıkıntıları daha çoktu şehrin. Hitler’in bu şehre özel kini, 1932 yılında miting yapmak, kampanya ve örgütlenme üssü kurmak istediğinde şehrin buna karşı çıkıp izin vermemesinden kaynaklanmış. Savaş süresince de hem şehrin hem limanın çok yara alması, insanlarının neredeyse topluca ölmesi; onaylamadığı bir oyunda ebe, atış taliminde hedef olması gibiymiş. Ve işte bu savaş ve savaştan sonra çok göç almasıyla mozaiğin de değiştiğini görüyoruz ki aslında üzücü. 1950’lerde önemli bir sanat, daha doğrusu restorasyon skandalına sahne oldu şehir. Bugün hala bu konuda kötü hissederler kendilerini. Ama 1987’de UNESCO Dünya Mirası listesine giren eski şehir ve hala devam eden yenileme, onarım çalışmalarıyla geleceği çoktan kurmuşlar bile yıkıntılar üzerine. Biraz da şehrin mimarisinde, mimari dokusunda, şehrin gününe, şehre şöyle bir girelim…
İstediğinizi kullanabileceğiniz; 1444’te yapılan Burgtor ve 1478’de yapılan Holstentor olmak üzere 4 kapı var eski şehre girmek için. Şehrin her yerinden görebileceğiniz katedrali ise 7 görkemli kulesiyle Marienkirche’in (Saint Mary’s) yapımına 13. yüzyılda başlanmış, 14. yüzyılda onarılıp büyütülmüş.
Pratikte pek uygulanmıyormuş ama Marienkirche’nin belediye çalışanlarına, Jacobi Kirche’nin gemicilere; her kilisenin farklı meslek gruplarına adanmış olduğunu duyunca çok şaşırmıştım. Emeği onore etmek içinmiş. İsveç doğumlu Danimarkalı-Alman besteci Dieterich Buxtehude’nin 1668 ‑1703 yıllarında Marienkirche’deki orgu kullanıp ve beste yapması, eğitim vermesi için görevlendirildiğini de belki bilmek istersiniz.
Rathaus-Belediye Binası, eski bir manastır olan ve hala eğitim veren St.Catherine’s Kilisesi, St. Peter (Petrikirche) Kilisesi, 16. yüzyılda, veba salgını sırasında ölen insanlar için bir mezarlık kompleksinde bulunan St.Lawrence Kilisesi, St. Yakup Kilisesi, Propsteikirche Herz Jesu, Angelikan Kilisesi… Daha kaldı mı bilmiyorum ama bu kadar kilise yeter diyorsanız Thomas Mann’ın ve Günter Grass’ın evleri, tuz depoları, Holstentor Müzesi, Klug Limanı, Hansa Limanı, St. Petri Gözetleme Kulesi, konser ve kongre merkezi önündeki Fehmarnbelt Feneri, ünlü el sanatları pazarını da içinde bulacağınız Kutsal Ruh Hastanesi (1260 yılında yapılmış)… Tabii şimdi sizin gezdiğiniz çok kez yenilenmiş hali. Şehir dolu, şehir dingin, şehir gezilesi.. Theaterfigurenmuseum, Willy-Brandt-evi, şarap marketi ki burada şarap üretiminin geçmişi Hansa’nın kuruluş yıllarına kadar gider, Kunsthalle / St. Annen Müzesi, kukla müzesi, ikiz kaleleri, evleri, konakları ile rönesans, gotik, klasik, barok bir koleksiyon, anıt şehir burası.
7 kuleli bu şehirde bana göre bir diğer olmazsa olmaz, gezdiğiniz yerlere başka bir perspektiften bakmanızı sağlayacak Trave nehrinde; restore edilmiş eski gemilerle tur atmak. Bunu kesinlikle yapın. Ve 13. yüzyıldan beri bademin, badem ezmesinin (O zamanlar ilaç yerine tüketildiğinden zamanın ilaç sorumluları, bugünün eczacıları sorumluymuş üretiminden) bol çeşitlerinin hepsinin tadına varın. Hani mümkün olsa; bana da getirin diyesim var. En eski badem ezmesi-badem ürünleri üreticisi NİEDEREGGER’i Breite Caddesi’nde bulabilirsiniz. ROTSPON’da ise en eski şarap üreticisini. Benden söylemesi..
Gothmund’un küçük masal kulübeleri ve Travemünde sahili ile de ayrıca görsel bir şölen verebilirsiniz kendinize, biraz uzaklaşırsanız şehirden.
Ve Günter Grass’ın The Rat (Sıçan) romanında bu bölgedeki yaşanmışlıklarla ilgili aktarımlar olduğunu da hatırlatalım artık şehirden ayrılırken. Okumadıysanız, bu ara okumak isteyebilirsiniz. Şehirde 3 üniversite, birçok bağımsız enstitü olduğunu da notlarımıza ekleyip düşelim yollara..
Yolumuz hep açık olsun.