Gdansk’ın tarihi 7. yüzyıla kadar uzanır. 1308’de Germenler soyundan gelen Töton Şövalyeleri ile Prusya topraklarına, 1454’te Polonya’ya, 1793’te yeniden Prusya’ya geçmiş durmuş.
Hansa Ligi’nin Almancanın yaygın kullanıldığı önemli limanlarından olan bu şehir, I. Dünya Savaşı sonunda Versay (Versailles) Antlaşması’yla, 1919’da Polonya denetiminde Milletler Cemiyeti’ne devredilerek özerklik kazanmış.
II. Dünya Savaşı’nda ise Nazilerin etnik temizliğe başladığı kenttir burası. Polonyalı Yahudilerden kaçabilenlerin kurtulduğu, kalanların ise kentin hemen dışındaki Stutthof Toplama Kampı’nda veya Piasnica Ormanları’nda acımasızca yok edildikleri şehir. Sayıları çok az olmasına karşın 15 saat direnen, sonunda Nazilerce kurşuna dizilen postacıların öyküsünün yanı sıra yüzyılların mirası olan tarihi binaların yakılıp yıkılması da şehrin diğer trajedilerinden. 1979 yılında bu kanlı direnişin anısına Postane Müzesi’nin önüne dikilen anıt heykelle aktarıyorlar postacıların ve aslında bütün şehrin yaşadıkları acıları.
Şehir, her ne kadar restore ve renöve çalışmalarından geçse de geçmişin dokularına sinmiş acılarını, ruhunu büyük bir ağırbaşlılık ve görkemli bir güzellikle yansıtmakta bugün.
Gdansk’ı gezmek isterseniz, şehri çevreleyen surların bir parçası olarak 1588 yılında Hans Kramer tarafından yaptırılmış “Wyżynna Gate”den başlayabilirsiniz. 3 kemerli kapının ikisi tuğlalarla örülü. Üzerlerinde kabartma ve armalar var. Bitişiğindeki Cellat evi ve cezaevi kulesiyle birlikte yapılmış. 1604’ten kalma bir boyunduruğu cezaevi kulesinin önünde görebilirsiniz. Şimdilerde binaların bir bölümü amber müzesi olarak kullanılmakta.
Hemen yanda 1612–14 yıllarında Abraham van den Blocke tarafından klasik Rönesans üslubuyla yapılan ve 1648’de Piotr Ringering’in alegorik heykel çalışmalarıyla zenginleştirdiği ‘Golden’ Gate var. Bu eserler Długa Caddesi boyunca da devam ediyor. St. George kardeşliğinin vurgularına bu kapılarda olduğu kadar birçok yerde de rastlayacaksınız. Hemen yine Abraham van den Blocke tarafından Manieristic tarzı cephesi ile Belediye Başkanı Jan Speyman için 1609–1617 yılları arasında inşa edilen Golden House (altın evi) de aynı güzergahta. Binadaki çok renkli heykellerin ve muhteşem kabartmaların yaratıcısı ise Jan Voigt.

Glowne Miasto’yu boylu boyunca kateden Długa Targ caddesi kraliyet yolunun parçası. Buradan yürüdüğünüzde ortasında Neptün Çeşmesi’nin bulunduğu ana meydana ulaşılıyor. Abraham van den Blocke tarafından tasarlanan ve bazı değişikliklerle Johan Stender tarafından Rokoko tarzında yapılan bu çeşme 1633 yılında başlanıp bir yılda bitirilmiş. Buradan devamla da kemerli Yeşil kapıyı geçerek Motlawa Nehri’nin kıyısına geliniyor. Regnier ve Hans Kramer tarafından 1568–1571 yılları arasında Długi Targ Caddesi’nin sonundaki Rönesans üsluplu Green Gate yani yeşil kapı önemli konuklar için inşa edilmiş. Ulusal müze olarak kullanılan binada farklı zamanlarda farklı sergilere rastlamanız mümkün.
Bu güzergahta atlanmaması gereken yerlerden biri Artur Mahkemesi binası. Bina, XIV. yüzylda yapılmış. 1617’de çıkan yangında büyük hasar gören bina yenilenmiş ve bugünkü mevcut cephe yine Abraham van den Blocke tarafından tasarlanmış. Tarih müzesi olarak kullanılan bu binanın Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyelerinden alınan ilhamla yapıldığı söylenir. Türünün en güzel örneklerinden biridir.
Yine bu güzergahta göreceğiniz dar ve uzun cepheleriyle ortaçağdan kalmış binalar, arma ve kabartmalarla süslenmiş çatılar Gdansk mimari tarzını karakterize ediyor. Tenement Evi, Uphagen Evi bu mimariye en iyi örneklerden. Ayrıca Ferber evi, Schuman Evi de enteresan. Biri eski NKVD merkezi, diğeri, Turizm danışma merkezi.
Gotik-Rönesans üslubuyla en karakteristik yapı ise Danzig Kent Tarihi Müzesi’nin de içinde bulunduğu 80 metre kulesi ile Main City Hall. Yani ana merkez bina. Kuleden izleyebileceğiniz panaromik şehir görüntüsünü kaçırmayın derim.
Sahile indiğinizde şehrin simgelerinden biri daha karşınıza çıkacak. Crane, yani vinç. Ortaçağdan kalma bir liman vinçi. İlki 1442’de yapılmış. Aynı zamanda kule ve şehir kapısı olarak da kullanılan binaya bağlı bu vinç 5 tonu kaldırabilirmiş gibi görünmüyor aslında. İçeri girip gezebiliyorsunuz. Eğer hemen karşıya, nehrin karşı yakasına çevirirseniz yüzünüzü; tahıl depolarını ve Merkez Deniz Müzesi’ni göreceksiniz. İnanılmaz bir tarihi var buranın da. Sadece, müze içerik olarak çok zengin, deyip geçeceğim.

Belki bir mola verip sonrasında XV. yüzyılda Cermen Şövalyeleri tarafından inşa edilen St John Kilisesini dolaşmak istersiniz. Savaş yıllarında çok kez tahrip edilse de hep yenilenmiş. İçeride Abraham van den Blocke altarı ve Nathaniel Schroeder barok kitabesi ilginizi çekebilir, fakat biraz tozlu.
12. Yy’dan bir kilise daha size; St Nicholas. 15. yy’da restore edilerek savaşlarda da hasar almadığı için günümüze kadar olduğu gibi korunmuş. İçi ve dışı gerçekten çok zengin. Mutlaka dolaşın. 1678–81 yılları arasında St Mary Bazilikası duvarına bitişik barok usülde yapılmış Royal Chapeli’nin ise niye yapıldığını anlamış değilim, ama güzel bina.
1374 yılında yapımından ilişkilerine kadar tarih ve siyaset kokan St Brygida kilisesini de atlamayalım. Leh Valesa’nın özgürlük, bağımsızlık savaşçılarına verdiği destek dahil her dönemde politikanın içinde olmuş.
Kilise kilise dolaşırken 49 çanı ve her saat bir performansı ile Carmelite Kilisesi’ne de bir göz atalım. 12. Yy başında inşa edilen bu eski kilise, ilavelerle günümüze gelmiş. Geçen yıl bir yangın atlatmış ama önemli bir kayıp yok deniyor. Tam bu kilisenin karşısında Ortaçağdan kalma bir değirmen binası göreceksiniz. 1335 yapımı bu bina ekmek fırını olarak kullanılmış 1945’lere kadar. Şimdi dükkanlar var içinde.
Bu arada Mary kapısından uzanırsak, Arnavut kaldırımlı daracık Mariacka Sokağı’nda amber süs eşyasının sergilendiği tezgahların, yorgun binaların yanısıra, hayatın ağırlığını omuzlarında taşıyan insanların yine de içi gülen gözleriyle size eşlik ettiğini göreceksiniz.
“Dünyanın kehribar başkenti” de diyorlar bu şehre. Kehribarı müze dahil her yerde görmeniz, bu güzel taşın önemli bir üretim merkezinde bulunmanızdan. Eğer seviyorsanız bu taşı, bu taşla, taşlarla üretilmiş bir çok alternatif bulabileceğiniz en uygun yer burası alışverişiniz için.
İster alışveriş öncesinde, ister sonrasında Dlugie Pobrzeze gölüne bir yürüyüşü de planlarınıza dahil edin bence.

Ama hazır buradayken St Mary Basilicasına da bir bakalım. Polonya’da ve Avrupa’daki tuğladan inşa edilmiş en büyük kilise. Mevcut gotik yapısı, XII. yüzyıldaki orijinal yapıyı tamamlayacak şekilde inşa edimiş. İçinde St Baltazar ve St George şapelleri 400 merdivenli kulesi var. Çıkarsanız manzara da ödülünüz olacak.
Gdansk’ta mutlaka gitmeniz gereken yerlerden biri de Oliwa Katedrali… Göllerle ve korularla dolu Oliwa kasabasında bulunan katedraldeki org 1793’te yapıldığı zaman Avrupa’nın en büyüğüymüş. Arkasındaki duvar olağanüstü güzellikte melek heykelcikleriyle dolu. Bu kilise güzergahımızın dışında gerçi. Ama güzergah dışına da çıkmak gerek ara sıra.
Dayanışma olaylarının başladığı, bugün bir müze olarak kullanılan ‘Avrupa Dayanışma Merkezi’nde bulunan ‘Özgürlüğe Giden Yol’ başlıklı sergi ise gerçekten çok etkileyici. Bir devrin bitip başka bir devrin açılmasının soluğunu hissediyorsunuz. Ve bugün Gdansk’ta tersane girişindeki işçi heykelleri, yakın tarihin kara günlerindeki gerçek kahramanları ve kahramanlığı anlatıyor bize.
Bu dayanışma hareketi, Polonya’da komünizmin sonunu getirdi ve hatta tüm Avrupa’da komünizmin çöküş sürecini başlattı. Ancak bir zamanlar 10 milyon üyesi olan bu sendikalar konfederasyonunun aslında kapitalist ekonominin bir kurbanı olduğu da bir gerçek. Bu durum bana hep biraz ironik gelmiştir. Şimdi tersanenin önünde kendi bayraklarının yanında Türk bayrağı da asılı. “Gezi Parkı” prorestoları başladığında asılmış. 2013 Mayıs ayından beri gönderdeymiş yani.
Politikayı biraz kenera bırakarak güzel bir nehir turu yapmalısınız artık bence. Moltawa Nehri kıyısından kalkan yelkenlilerin Baltık Denizi’ne bakan deniz fenerine ve İkinci Dünya Savaşı’nda ilk kurşunun atıldığı Westerplatte’ye kadar uzandığı 1,5 saatlik geziye katılın. Aynı iskeleden Gdynia ve Sopot’a da tekneler kalkıyor. Zamanınız varsa eğer buraları da gezmelisiniz. Ya da merkezde kalıp tüm bu güzelliklerin tekrar tekrar keyfini çıkarın. Seçim sizin.