Geçmişin Laus, Raus, Ragusa’sı; Lord Byron için mücevher, George Bernard Shaw için ise yeryüzündeki cennet… Hırvatistan’a, Adriyatik’in Dalmaçya kıyılarındaki bu ada kale şehre düşürüyoruz bu kez yolumuzu; burayla ilgili kendi düşüncelerimize sahip olmak, aslında gezmek görmek, bilmek ve dokunmak için kente.
İlk izlenimim tarihini yaşatan, tarihi ile yaşayan kent, geçmişi ile barışık ve gurulu; geçmişinden bugüne bakıldığında özgürlüklerine düşkünlükleri, ince diplomasi gerektiren politik çözümlemeleri, ticari zekaları ve hepsini olumlayan, kotarabilen konumlarıyla Neretva nehrinin denizle buluştuğu bu beldede bütün övgüler hakedilmiş bence.
Ada ve adayı bir bataklıkla ana karaya bağlayan bölgede ilk yerleşim 6. ve 7.yüzyıllardan öncelere dayandırılıyor. İlk sakinlerinin dağınık Yunan kökenliler olduğu ve 7. yüzyılda da Hırvatların gelmesiyle bölgenin şekillenmeye başladığından söz ediyor bazı tarihçiler.
Ve “Povijest Dubrovačke Luke-Dubrovnik Limanı Tarihi” adlı kitabında Dubrovnik’in Yunan denizciler tarafından kurulduğu tezini öne sürüyor ve savunuyormuş Dr. Antun Ničetić de. Ama Ostrogothic Kingdom yani Ostrogot Krallığının varlığını da biliyoruz buralarda.
Biz birkaç kaynağa baktığımızda görüyoruz ki Lat- Lausa ‑kaya yerleşkesi- ile Srdj Dağı’nın eteklerindeki meşe ormanları anlamında Hırvat- Slavlar’ın Dubrava’sı birleşiyor ve Dubrovnik gelişiyor yavaş yavaş. 12. yüzyıl diye geçse de; bazı arkeologlar 10. yüzyıl sonu-11. yüzyıl başı diye ısrarcıdırlar bu süreç için. Çevredeki Paleochristian – Erken Hıristiyan- dönemi bazilikalarının varlığı, mezarlar ve 1301 tarihli belgeden yola çıkılarak bir uçurumun üzerinde Eski Şehir’in batısında, 37 metrelik bir kaya üzerine kurulu Lovrijenac Kalesi’nin de yapımı bu tarihlere dayandırılıyor. Kalenin bugün bizim göreceğimiz durumu 15. 16. yüzyıldaki biçimleme ve son dönem restore hali. Kale kapısında “Non Bene Pro Toto Libertas Venditur Auro” yani “Dünyanın bütün hazineleriyle satın alınamayan ÖZGÜRLÜKtür” yazar. Oğlana gemicikler, villalarında sıfırlanacak dövizler için vatanı pazarlayan iktidardakiler hiç düşünülmemiş belli ki bu cümle yazılırken. Biraz da toplumsal karakter meselesi bağımsızlık, özgürlük kavramlarına bakış. Neyse… Tabii ki bağımsızlık için çok bedel ödenmiş burada; kimi zaman savaşarak kimi zaman da para – altın ile, ama neredeyse her zaman kendi meclisleri olmuş. 9. yüzyılda. da korsanlara karşı 15 aydan fazla süren direnmenin ve her türlü saldırıyı püskürtmelerinin altındaki neden şehri koruyan azizleri bir yana, kenti çevreleyen geçitvermez kuleleri, kaleleri, hisar-burçlarıyla şehir surları ve özgürlüğün direncidir aslında. Bu surların üzerinde yürümek için zaman ayırırsanız; doğanın kentle, tarihin bugünle kucaklaştığını göreceksiniz.
Bizanslılar döneminde serbest bir cumhuriyet iken 16 Ağustos 1296’da büyük bir yangın şehrin tamamını yok etse de hızlıca yeni bir kent planı-şehir yapılanmasıyla 1667’deki depreme kadar gelişim hızla sürdü. Siyasi süreç ise farklılaştı. Venedik egemenliği ya da etkisi, sonrasında 1358 yılında Zadar Antlaşması ile de Macar-Hırvat Krallığı’nın bir parçası ve 14. yüzyılda da Osmanlı’ya haraç ödeyerek özgürlüklerini satın alan şehir oldu Dubrovnik. Ancak tarihine baktığımızda 14., 15. ve 16. yüzyıllar en parlak dönemi Dubrovnik’in. Deniz ticaretine de neredeyse tamamen hakimler bu dönemde. Müttefiklerini de akıllıca seçerek hem ticarette ve sanayide hem de siyasette ve yaşam disiplininde baş roldeydiler Adriyatik sahillerinde.. Neredeyse 1272’den beri kendi şehir meclisi tüzükleri, gümrük mevzuatları-kanunları, karantina ve korunma bildirgeleri-uygulamalarına bakıldığında hakedilmiş bir başarıyı görüyoruz aslında. Tıbbın, edebiyatın, sanatın mimarinin ve kültürün de gelişmesi şaşırtıcı değil. Ana disiplinde başarı tüm disiplinleri yukarı çekiyor doğal olarak. Ancak şu notu da düşmek gerek: 1300’lü yılların sonlarında organize edilen ve 1418 yılında kaldırılan kölelik ticareti geçmişlerindeki tek karanlık alan.
Dalmaçya Konseyi, 1. ve 2. Dünya Savaşları derken 1979’da UNESCO Dünya Mirasları listesine alınan Dubrovnik’in yakın tarihi ise hepimizin malumu.. Bilinenleri tekrarlamadan şehrin dokusuna bir göz atalım artık. Geçmişinde Avusturya, Fransa, Osmanlı da dahil birçok devletin rol aldığı ama hep kendiyle olan; komünizm dahil siyaseti ile de arayışlarını hep sürdüren; tarih mirası, kültürü, mimari dokusu ve denizle kucaklaşan doğasıyla da gerçekten “Adriyatik’in İncisi” Dubrovnik… Ya da incilerinden biri karşımızda.. Artık gezme zamanı…
Tabii ki öncelik eski şehirde.. Bu avuç içi kadar alan (Zamanınız varsa civardaki yerleşimler ve adalar) insanı neredeyse sarhoş ediyor. İster doğudan, ister batıdan girin şehre; sizi öncelikle karşılayacak olan Onofrio Çeşmeleri. Veba salgını dahil olmak üzere sağlıkla temizliği özdeşleştirip şehre girişlerde halkın arınması için yapılmış Stradun Caddesinin iki ucunda, biri büyük diğeri küçük, biri 16, diğeri 8 köşeli olan çeşmeler İtalyan asıllı mimar Onofrio de La tarafından.12 km uzaklıktaki nehirden şehre temiz su getiren kemerleri ile 1438–1444 yıllarında inşa edilmişler.
Aslında “Stari Grad” yani eski şehre iki değil, dört kapıdan da girebilirsiniz. Pile, Ploce, Peskarija, Ponta. Pile en popüler olanı. Gotik üslupla başlayıp 1530’lu yılların sonunda Rönesans etkili ön cephe ve Sveti Vlaho ‑Saint- Blaise heykeli ile bitirilmiş. 316 yılında ölen ve buraya hiç ayak basmayan Sivas soğumlu fizikçi ve piskopos. Kemikleri Dubrovnik’in kutsal emanetleri arasında ve şehrin koruyucu azizi. Rivayete göre St.Stephen Katedrali Papazı Stojko’ya ruhani bir yolla şehrin işgal edileceği mesajını gönderiyor. Bu bilgi ciddiye alınıp şehir gerçekleşen saldırıdan önceden önlem alarak korunmuş. Bu yüzdendir ki 3 Şubat Aziz Vlaho günü olarak kutlanır burada. Duruma yorum yapmak haddim değil, diyerek devam edelim biz yolumuza..
Eğer şehre bu kapıdan girmişseniz büyük çeşmeden hemen sonra kemerli yolu ile yine Gotik ve Rönesans etkilerini göreceğiniz Minceta kulesine kadar uzanan Franciscan Manastırı çıkacak karşınıza. 13. yüzyılda yapımına başlanan bu komleks bina hem savaşlarda hem gündelik hayatta çok etkin bir rol oynamış. 1317 yılında şehir surları ile tamamlanan ve depremde hasar gördüğü ve yıkılıp tekrar onarıldığı tüm evrelerinde Fransisken “sosyal” doktrininden taviz vermeyen idaresiyle de dikkatleri çekiyor. Hem askerleren hem halka sağlık hizmeti vermesinin yanı sıra kendi ilaçlarını da üretmeye başlayarak dünyanın üçüncü en eski eczanesini kuruyorlar. Manastırın finansal kaynağı oluyor bu eczane. Şimdi müze. Altta, bodrum katta görebilirsiniz. Ve diğer eşsiz zenginliği kütüphanesi. Sahip olduğu kitap sayısıyla, el yazmalarıyla, koleksiyonları ile çok etkileyici.
Şehirdeki bir diğer önemli manastır Dominikan Manastırı şehrin diğer kapısında. Şehre hizmet eden bu kuruluşlar şehrin güvenliği kadar, savaşçılarına hızlı servis için de kapıları tutmuş durumdalar. Heykelleriyle, vitraylarıyla kutsal hazinelerin saklandığı ünlü kilisesi, 15 – 16. yüzyıl yerel ressamlarının tablolarıyla, el yazmalarıyla müzesi, muhteşem avlusuyla Dominikan Manastırının yapımına 1225 yılında başlanmış ve son halini alması 14. yüzyılı bulmuş.
Dini yapıların en önemlilerinden bir diğeri de tabii ki Loggia Meydanındaki “Sveti Vlaho ‑Saint- Blaise” Aziz Vlaho yani Balaise’nin gümüşten bir heykeli ve kemiklerinin de korunduğu St.Blaise Katedrali. Venedikli Marino Gropelli’nin 1700’lü yılların başında yaptığı kare, Gotik yapı hazine odası ve haçı ile ilgi odağı. Hatırladığım kadarı ile içeride fotograf çekmek yasak. St.Blaise Katedrali’nin hemen önündeki Orlando sütunu – yani Roland’ın heykeli de; aslında Carolus Magnus’un, yani bizim daha iyi bildiğimiz adı ile Charlemagne’in (Şarlman) yeğeni. Bu şovalyenin heykelinin buraya nasıl ve niye dikildiğini bilmiyorum. Buranın tarihi ile kesişen bir zamanına rastlamadım Roland’ın ama bu yok demek değil tabii ki. Bir özelliği; heykelin dirsek ölçüsü birim olarak kullanılmış (51,2 cm).
1444 yapımı saat kulesi ve muhafız kulesi de yine bu meydanda, diğer çeşme de tabii..
Ve Sponza Sarayı’na da buradan geçebilirsiniz. 1296’da gümrük binası olarak başlayan binanın serüveni de belediyenin mühendisleri ve Paskoje Miliceviç işbirliği ile 1516–1520 yılları arasında yeni yapılar ve avluyla, sundurmasıyla zengin bezemeleriyle komplike bir ticaret merkezine dönüştürülmüş ve bir anıt yazı ile süslenmiş. FALLERE NOSTRA VETANT· ET FALLI PONDERA· MEQVE PONDERO CVM MERCES· PONDERAT IPSE DEVS – ticari ahlaka bir gönderme… Ve bina; deprem ve diğer her türlü tahribattan bu güne kadar korunmuş. Orijinal hali neredeyse..
Sponza Sarayı kadar mimari açıdan şanslı olmayan, birçok kez restorasyon görmek zorunda kalan diğer saray ise The Rector’s Palace- Rektörlük Sarayı. Gotik ve Rönesans ana temaya Barok eklemeler görüyoruz binada. Yani sizin göreceğiniz yapı eklemeler ve rekonstrüksiyonlarla gelmiş bugüne. Serüveni 1272’ye dayanan binanın yangından, içindeki cephaneliğin patlamasından, depremden kendine düşen darbeleri alması bugünkü zerafetini azaltmıyor. Floransa’lı Mimar Michelozzo di Bartolomeo Michelozzi, Milano’lu heykeltraş Pietro di Martino’nun da katkılarıyla tabii… Ve hayırsever vatandaşlarının.. Şehir kapılarının Orijinal anahtarlarının da bulunduğu bir tarih müzesi burası. Unutmadan bir not daha düşelim: İlk kilit sistemlerini üreten ve geliştirenler burada yaşayan tüccarlarmış.
Çan kulesi, surları, hisarları, müzeleri (Denizcilik müzesini de atlamayın derim), akvaryumu, hele hele yaşamın her rengine kokan daracık sokakları, restaurant-cafeleri ile bu mistik serüvende artık peşinizden ayrılayım, siz şehrin keyfini çıkarın.
Bu arada.. Lokrum adasına yolunuzu düşürürseniz ki her zaman feribot bulmanız mümkün, Benedictine Manastırının kalıntılarını görebilirsiniz. Elafiti’yi de atlamayın derim.
Yollarımız hep açık olsun..