Elbe’nin Floransa’sı deseler de, benim için; kendine özgü dokusu, 2. Dünya Savaşı sonrası kendini yeniden varedişi ile de bildiğimiz tam bir Alman’a; Sachsen/Saksonya eyaletinin başkenti Dresden’e gidiyoruz bu kez de.
Her gittiğimde hayran kaldığım bu bölge ‑Elbe Vadisi Dresden- 2004 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirasları listesine alındı. 2005’te büyük kutlamalar yapan şehir ve bölge; ne yazık ki 2006’da kırmızı listeye alınarak Haziran 2009’da da listeden tamamen çıkarıldı. Bir köprü yüzünden! Üstelik bizim tarihi yarımadada yeni yapılan gudubet gibi değil, şehirden görünmeyen, yanına gidip gördüğünüzde de sizi estetik olarak hiç de rahatsız etmeyen bir köprü yüzünden. Waldschlösschenbrücke bu köprünün adı. neyse, biz hızlıca tarihine göz atalım önce.
Birçok kalıntı Elbe vadisinin insan formu için hep önemli çekim merkezlerinden biri olduğunu gösteriyor bize. 6. yüzyıldan itibaren Germen boylarını dağınık halde görüyoruz vadide. Sonrasında gelen Bohemya’lı Slavlar biraz daha yerleşik düzene geçip Drazdany kasabasını kurmuşlar burada. Ve 10. yüzyıl başlarında Kral 1. Heinrich yönetimindeki Germen orduları Saale ve Elbe nehirleri arasındaki Slav ülkelerini fethedince Germen yerleşimcilerin nüfusu zaman içinde Slavları geçmiş.
Elbe nehrini ve Drazdany yerleşkesini kontrol altına almak için Elbe’ye bakan bir kale yapılmış 12. yüzyılda. Kalenin içinde ve civarında yerleşke gelişmeye, büyümeye başlamış böylece. Buradaki yerleşimle ilgili bulunmuş en eski ilk belge 1206 tarihli.
Bugünkü Dresden’e yerleşim ise Ortaçağda Elbenin sol kıyısında Altendresden adıyla ve yaklaşık 6000 kadar bir nüfusla başlıyor. 1429’da ilk kuşatmasını da yaşıyor. Kuşatanlar Hussite ‑öncü protestan?-ordusu, ya da savaşçıları. Yani bu şehirde doğuş da, gelişim de biraz geç ve sancılı.
Bölge 1485 yılında Wettin hanedanı II.Friedrich’in oğulları arasında Ernestine ve Albertine kollarına ayrıştırılıp bölüşülünce; Albertine kolu Dresden’i 1489’da hanedanlığının merkezi yapıyor. Şehir; 1491’de çok büyük bir yangınla ciddi anlamda tahrip olsa da en görkemli çağına yine bu dönemde, Duke Georg the Bearded (Sakallı George) ile başlıyor ve Luther’in öğretileri için de merkez oluyor.
1547’den sonra da Habsburg hanedanlığının başkenti olduğunda kale ve hanedanlık merkezi; cephanelik ve diğer ilavelerle muhteşem bir saray kompleksine dönüştürülüyor “Zwinger Sarayı.” Binalara uygulanan yenileme ve gelişmeyi hayatın her alanında görüyoruz bu dönemde. Kraliyet sanat koleksiyonları, orkestralar, sanatın halkla buluşması ve zanaat… Bu arada nüfus da 3 kat artıyor diye ek bir bilgi… 1620’lerde Avrupa’yı sarsan 30 yıl savaşları, veba salgınları vs.’den pek etkilenmese de şehirde gözle görülür bir gerileme; ancak 1670’lerde kraliyetin yeniden el atması ve Barok mimarisi ile şehre dokunmasıyla neyse ki son buluyor. Ve yine bu dönemde Heinrich Schütz’ün eserleri şehrin her yerinden kulaklara ziyafet çekiyormuş.
Elector I. Friedrich August (Güçlü – Yüce Agust diye hatırlayacaksınız) 1697’de Polonya tacını da aldığında Dresden değil bölgenin, neredeyse Avrupa’nın en önemli ticaret ve sanat merkezine dönüşmüş. Barok mimari binalar, festival meydanları ve heybetli kiliseler.. “Frauenkirche (Kadınlar Kilisesi: St. Peter’s Basilica içlerinde en çok öne çıkanı) özellikle festivalleri ve müzik konserleri ile elitlerin de çekim merkezi .. ve tabii şehir kendi burjuvasını doğuruyor.
Savaşlarla geçen durgunluk döneminden sonra Saksonya, Fransa’nın yani Napolyon’un mütefiki olunca 1813 yılından sonra şehrin bu kez Fransız etkisi ile yeniden kentsel yapılanmaya gittiğini görüyoruz. Özellikle endüstriyel alanda. Mesela ihtiyaç hissedildiği için Almanya’daki en uzun mesafeli ilk demiryolu Dresden- Leipzig arasında bu dönemlerde, 1839 yılında yapılmış.
1850 ve 1871 yılları arasında devam eden bu yapılanma ile Alman İmparatorluğu’nun 4. büyük kenti artık Dresden. Bu önlenemez görünen büyüme siyasi çekişmelerden, 1. Dünya Savaşı yenilgisinden biraz etkilense de asıl darbeyi 2. Dünya Savaşı ile alıyor şehir. Hatta savaşın neredeyse sonunda… 13–15 Şubat’ta hava akınlarıyla bombalanan Dresden’de 35.000 kişi hayatını kaybediyor ve tarihi şehir merkezi de 18 milyon metreküp moloz haline geliyor. Ve sonrasında; duvar yıkılana kadar doğu bloğunda geçen yıllar…
Yani gezeceğimiz şehir aslında 1950’lerde başlanan, aslına uygun olarak yeniden imar edilmeye çalışılmış hali. Tabii birçok değerli anıt bu arada tarihin karanlıklarına gömüldü.
Bu arada biz de tarihe biraz fazla gömüldük sanki.
Dresden Hauptbahnhof, yani merkez istasyondan yola çıkarsak kendimizi; geçmişi 13. Yüzyıla dayanan Altmarkt yani Eski Pazar yerinde buluyoruz. Kuzey-güney ticaret hattının önemli bir noktası olmuş burası hep. Bu anlamdaki en eski belge de 1206 tarihli. Justitia Çeşmesi, 92 metre yüksekliğindeki haç, High Cross Church – köşe kilise – ve birçok anıt binalarla çevreli meydan şehrin bugün de kalbi gibi.
Buradan nehre doğru gittiğinizde karşınıza çıkan diğer meydan da Neumarkt Square, yani Yeni Pazar meydanı. Adının yeni olduğuna bakmayın, burası ilk yerleşim merkezi aynı zamanda. Ve burada bir şaheser var: Fürstenzug. 23 bin parça Meissner porseleninden yapılmış 1127 ve 1904 yılları arasında Saksonya Krallığına hükmeden yöneticileri tasvir eden, Wilhelm Walter’in yaptığı 102 m. uzunluğuyla dünyanın en büyük duvar resmi. Önündeki Martin Luther’in heykeli ile Frauenkirche de bu meydanada. Devam etmezden önce kiliseye bir göz atmak isteyebilirsiniz. Hemen önünüze çıkacak diğer kilise de Katholische Hofkirche.
Albertinum Müzesi’nin önünde Brühlsche Terasse; yani Avrupa’nın Balkonu. Elbe’yi ve hanedanlığın ilk yerleşim merkezi, Parlamento binası, Kraliyet Sanat Akademisi, Semper Memorial’ın görkemli binaları ile şehri içinize çekebileceğiniz muhteşem bir teras.. August the Strong’un bakanı ve yakın dostu Alan Henrich von Bruhl’dan adını alan bu terasın; üzerinde heykellerin süslediği merdivenleri 1814 yılında ilave edilmiş. Ancak bugün göreceğiniz heykeller 1908’den. Ve artık kaleyi gezmek için yeterli enerjiyi de toplamışızdır, diyerek nehri sağımıza alarak düşelim yola. Birçok mimari formu; hepsi kendi döneminde ilavelenmiş, Romenesk, Rönesans, barok formları sergileyen Dresden Kalesi şehrin en eskilerinden. 1701 yılında yangınla zarar gören yapı mucizevi bir şekilde 2. Dünya Savaşı sonu bombardımanında hasar almamış. Yapımı kadar kapsamlı restorasyonların da katkısıyla şimdi içerisindeki birçok özellikli oda ile müze olarak hizmet ediyor. Burada Kraliyet ailesinin mücevher kolleksiyonlarını görebilirsiniz.
Kalenin devamı sayılan Zwinger Sarayı’ndayız. Mathäus Daniel Poppelmann’ın tasarladığı bina, heykeltıraş Balthasar Permoser yardımı ile 1710 ve 1732 yılları arasında inşa edilmiş tam bir Barok. Üzerindeki motifleriyle The Crown Gate (Taç, Ana Kapı) güneydoğu üsluplu. Ve bahçe bir çeşmeyle, heykellerle, basit ama etkili bir peyzajla çok güzel. Dışı kadar içi de etkileyici bir bina burası. Birbirine bağlı 6 galeri var içeride. Müze olarak kullanılıyor hepsi. Japonya ve Çin’den gelen nadide parçalar, dünyanın en büyük porselen koleksiyonu, silahlar, cephanelik, sekstantlar teleskoplar; ölçümde ve gözlemde kullanılan antik birçok aletlerin yanı sıra Barok ve Erken Rönesans ressamlarının birçok eserini de görebilirsiniz burada.
Ve hemen nehre doğru döndüğümüzde de Opera binası, kalenin devamı ve yeşil kubbe – Grünes Gewölbe – ile çevrili Tiyatro meydanı “Theater Platz” a geliyoruz. Bu arada Hausmann Kulesinden bahsetmeyi unutmayalım. 100 metre yüksekliği ile hemen kalenin devamında.
Bu yakada size aktaracaklarım, önemli olduklarını düşündüklerim bunlar. Şimdi hemen önümüzde nehrin üzerindeki şahane yapı, iki yakayı birbirine bağlayan Kuzey Alplerin en ünlü köprülerinden biri; Augustusbrücke “Agust Köprüsü”nden karşıya geçelim. 1275 yılında ahşap malzemeden imal edilen köprü; o zamanın en uzun köprülerinden. 25 taş sütun üzerine 1287 yılında yeniden yapılınca; gümrükevi ile ticaret yolunun önemli bir parçası ve dolayısıyla önemli bir gelir kaynağına dönüşüyor şehir için. Zaman içinde tarafiğe yetersiz kaldığından, 1727–1731 yılları arasında inşaatı biten kavisli ve 18 ayaklı yeni köprü de Elbe’deki su baskınında çökünce 1845te yeniden yapılıyor. 1945’teki bombardımanda çok hasar alsa da eski görkemine kavuşuyor restorasyonla ve Doğu blokunda iken de köprünün adı da Georgi Dimitrov olarak değiştiriliyor.
Karşıya geçtiğimizde ana meydanda göreceğimiz heykel Altın Şovalye (Golden Cavalier.) Elector August’un Roma İmparatoru imiş gibi giydirilmiş heykeli.
Ve buradan hareketle, Elbe solunuzda kalarak biraz devam ettiğinizde birçok müzesi ile. Japanese Palace’a (Japon Sarayı) geliyoruz. Bu yapı Etnoğrafya Müzesi ve Senckenberg Natural History – Koleksiyon Evler ve Prehistorya Devlet Müzesi’ni barındırıyor bünyesinde.
Ve ilginç bir bina daha var. Court of Water diyorlar. Ön yüzeyine yerleştirilmiş çeşitli aparatlarla yağmur yağdığında yağmur sularıyla çeşitli melodiler oluşuyor. Kunsthofpassage’i sanat galerileri, küçük dükkanları ile çok beğendiğim Kunsthof Pasajı hemen bu mavi, suyla çalışan orkestra eve açılıyor.
Buraya ilk kez geliyorsanız eminim şehir her şeyiyle sizi büyüleyecek. Keyfini çıkarın..
Yollarınız hep açık olsun.