Başkanlık sistemi hakkında çok şey duyduk, ama nedir, ne değildir hakkında bilgilendirilmedik! Tek duyduğumuz şey ise, iktidarın başkanlık sistemine sıcak baktığı… Daha fazla “güç” isteyen biri için başkanlık sisteminin çok yanlış bir yol olacağını düşünüyorum.
Başkanlık sistemi ikiye ayrılır: “limitli” ve “limitsiz”… “Limitli Başkan”lar, anayasa, parti rekabeti, politik demokrasi ve bir tür güçler ayrılığı içinde hareket ederler. Bunun örneğini ABD’de görüyoruz. Herşeyden önce, başkanın gücü, popüler bir meclis sayesinde dengede tutulur. Zaten ABD’yi kuran kişiler James Madison, Thomas Jefferson ve George Washington, Montesquieu’nun “güçler ayrılığı” felsefesinden etkilenip, Biritanya’daki tarz bir tradisyonel (geleneksel) monarşinin gücü tek noktaya konsantre etmesinin yanlış olduğunu düşündükleri için ABD’deki başkanın güçlerinin dengede tutulmasını istemişlerdir.
İkinci bir “limitli” başkanlık sistemi vardır ki, bunu adı da “yarı başkanlık” sistemidir. Bunun örnekleri Fransa ve Finlandiya’da… Gayet güzel bir şekilde incelenebilir. Genelde, “yarı başkanlık” sisteminde başbakan meclisten seçilir ve başkan yurtdışı işleriyle uğraşırken, başbakan ve bakanlar kurulu yurtiçi işleriyle uğraşır…
“Limitsiz” başkanlık da ise, başkanı kontrol eden ve dengeleyen hiç bir güç bulunmaz. Biz bu tarz rejimleri “diktatörlük” diye kategorize edebiliriz. “Limitsiz” başkanlık sistemi, genelde tek parti devletlerinde bulunur ve askeriyeye aşırı bir bağlılık gösterir. Bu tarz başkanlık sistemi örnekleri Sudan, Belarus ve Kazakistan’da görülebilir…
Türkiye için “limitli” mi, “limitsiz” mi başkanlık sistemi istendiğini tam bilmiyoruz.
Şimdi, neden “limitli” başkanlık sistemi içerisindeki başkanın, parlamenter sistemdeki başbakandan daha güçsüz olduğunu açıklamaya çalışacağım. Öncelikle, başkan ve yasama organı olan meclis (Congress) ayrı bir şekilde seçilerek iş başı yaparlar. İkisi de ayrı ayrı seçildikleri için, bu iki organ tam olarak birbirinden bağımsızdır. Meclis, başkanın öne sürdüğü şeyleri veto edebilir, savaş ilan edebilir, “senato” da başkanın atadığı kişileri kabul eder ve antlaşmaları onaylar. Yani, başkan ne yaparsa yapsın, meclis ve senatoda konsensus sağlanmadığı sürece elleri kolları bağlı oturmak zorundadır. Peki, neden başkanlar meclisi ve senatoyu kontrol edemiyor? Çünkü, parti sistemi zayıf olduğu ve başkanın da partinin başkanı olmadığı için… Yani, parlamenter sistemdeki gibi partiye bağlılık göstermek başkanlık sisteminde zayıftır! Bunun en büyük sebebi de, meclisin seçmen bölgesinin lokal olması ve bu yüzden meclis üyelerinin kendi bölgesinin isteklerini partinin isteklerinin önünde tutmasıdır…
ABD’de seçmenler kişiye oy veriyor, parlamenter sistemde ise partiye… Bir parlamenter, kendisini seçecek bölgesinin istemediği şeyi sırf başkan istediği için yaparsa, büyük ihtimalle koltuğunu diğer seçimde kaybeder. Çünkü, parlamenter sistemdeki gibi, başkan meclisi feshedemez. Bu yüzden seçmen bölgesi parti sadakatinden önce gelir. En önemlisi, meclisin başkanı mahkemeye verebilme gücünün olması… ABD tarihinde bu yol 2 kere kullanılmış olsa da (örnekleri Bill Clinton ve Andrew Jackson) “senato” tarafından bu başkanlar suçsuz bulunmuştur. Ancak, bu durum yapısal olarak büyük bir güçtür!
Federal bürokasi ise, ayrı bir zorluk çıkartıyor başkanlara… Genelde başkan yaklaşık 4.000 kişi atasa da, bürokratların esas sayısı yanında bayağı marjinal kalıyor (ABD’de yaklaşık 2 milyon bürokrat var)… Tam da bu yüzdendir ki, Woodrow Wilson zamanında, Franklin Roosevelt Deniz Kuvvetleri Sekreteri iken, Deniz Kuvvetleri’ni bir şey yapmaya ikna etmenin “tüy dolu bir döşeğe yumruk atmak” gibi olduğunu ifade ederek, “yumruk atıyorsun atıyorsun ama, aynı şekilde kalıyor” demiştir. Aynı tarz zorluklar Anayasa Mahkemesi ile de yaşanıyor bu sistemde… Başkanlar yargıçları atasalar da, atanan yargıçlar ölene kadar bu görevde kalıyor. Unutmayalım ki, başkanın önerdiği isimlerin “senato” tarafından kabul edilmesi gerekiyor. Richard Nixon ve Ronal Reagan’ın önerdiği isimler reddedilmişti… 1930’lar “Yeni Düzen” çalışmalarının hepsi Anayasa Mahkemesi tarafından geri çevrilmişti ve Roosevelt, çözümü 1937’de, “mahkeme devrimi” yaparak bulmuştu. Parlamenter sistemde, öncelikle, meclis ile başbakan arasında fark yoktur. Çünkü başbakan, zaten meclisten seçildiği ve parti politikasına çok bağlı olduğu için, başkanlık sisteminde olan güçler ayrılığı, parlamenter sistemde yoktur.
Başbakan, bakanlar kurulunu kurar ve mecliste çoğunluğa sahip ise, hem yasamacıdır hem de yöneticidir. Bunun sebebi, meclisteki kişiler tekrar seçilmek için partiye ve genel başkanına muhtaçtır. Eğer ters düşerse, seçimlerde liste dışı edilebilir. Başkanlık sisteminde ise böyle bir şey yoktur. Bu yüzdendir ki, başkanın meclis üyelerini ikna etmesi zordur. Çünkü, meclis üyeleri başkandan bağımsız olarak seçilirler… Aynı zamanda, başkanın bir yasa geçirmesi için senatonun ve meclisin 2/3’lük onayını almak zorundadır.
Diyelim ki, başkan meclisi bir şekilde domine etti, ama senatodaki yargıçlar ömür boyu görev yaptıklarından, önceki başkanların atadığı bu kişiler isterlerse zorluk çıkarabilir. Önceki başkanlar karşı partidense, atadıkları kişiler de ona göre oluyor, bu da işleri iyice karıştırıyor. Bu yüzden ABD’de yasama işlemi çok uzun sürüyor. Örnek mi? 2013’te olduğu gibi federal hükümetin komple tıkanması… Böyle bir tıkanmayı parlamenter sistemde görmek neredeyse imkansızdır. Başbakan aynı zamanda büroksiyi de domine eder. Çünkü, başbakan kamu hizmetlerinin de başıdır. Başkabakan, ayrıca erken seçim kararı alarak (tabi salt çoğunluğu varsa) meclisi feshedebilir, başkanın ise böyle bir hakkı yoktur.
İngiliz siyaset bilimcisi Andrew Heywood, kitabında yazdığı gibi başkanlar, pazarlık yaparak ilerler, dikte ederek değil… Başkanların meclisi, senatoyu ve anyasa mahkemesini ikna etmesi gerekirken, parlamenter sistemdeki başbakanların, sadece meclisi ikna etmesi yeterlidir. Meclisi, parlamenter sistemde, ikna etmenin yolu da parti disiplini ile olur. Eğer, başbakanın partisi meclisi domine ediyorsa, işler tamamen kolaylaşır. Kısacası, güç isteyen için başkanlık sistemi çok yanlış bir seçimdir!..