GEZİ / ŞUBAT 2016
Çocukluğumuzu zenginleştiren masallardan biridir Grimm kardeşlerin Bremen Mızıkacıları; ya da en azından benim için öyleydi. Hani kötücül sahiplerinden kaçıp kendilerine müzisyenlik yaparak yeni yuva arayan bir eşek, köpek, kedi ve horozun; birbirleriyle kesişen yol hikayesi anlatılır. İşte bu masalın da öykünüldüğü masal şehrine, masal kadar güzel şehre düşürüyoruz yolumuzu.… Güzel İzmir’in de kardeş kentine… Ve daha da önemlisi Hitler’in hiç seçim kazanamadığı yerleşkeye.
Dünyaya açılan kapısı Bremerhaven limanı ile siyasi ve özellikle ticari hayatını aktaran bu şehri ister limanından ister yollarından her neresinden yakalarsak yakalamış olalım; ama şehri gezerek öğrendiklerimizle, birçok yeri UNESCO Dünya Mirası koruması altında olan şehrin hikayesini anlatmaya çalışalım.
Almanya’nın kuzey-batısında Weser nehri üzerinde bir Hansa şehri, liman kenti Bremen. Eyaletin de başkenti. Her zaman bağımsız, her zaman özgün ve hep iddialı olması; tarihi – kültürel birikimine sahip çıkması ve ama hep gelişmeye yüzünü dönmesi eşsiz kılıyor bu şehri.
Yerleşim daha eskilere dayansa da ‑ki MÖ. 12.000’lerden bahsediliyor- 787 yılında Willehad Bremen’in Piskopos olmasıyla varsayılan tarihini yaşamaya başlıyor Bremen. Kutsal Roma’nın kuzey Avrupa’daki misyoner hareketinin merkezi olmasıymış planlanan. Ancak 848’de Piskoposluk Hamburg’a geçmiş, daha sonra da iki yerleşkedeki dini kurumlar birleştirilmiş. Böyle başlıyor hikaye. Şehri gezerken bağımsızlık tutkusunu; şehre doku kazandıran Barok ve Rönesans mimari eserlerinde, espri anlayışlarını; efsane / hikayelerinde, ilericiliklerini de müze-teknoparklarında yakalamanız mümkün. Ve tabii tarihini de şehrin her yerinde. Geleneklerini bugünlere taşımış, bugünlerini yarınlara hedeflemiş ve öylesine çok yönlü ki bu şehir; gezmekten öte, yaşanılası.. Ve ama biz gezmek ve anlamakla yetineceğiz.
Şehrin katedrali St.Petri’ye (Dom) bakan tarihi pazar yerindeki Şarlman’ın yeğeni Roland’ın heykeli; bence Bremen’i en iyi anlatan yapıt. Bir elinde Durendart yani adaletin kılıcı, diğer elinde Almanya’yı temsilen kartal motifli kalkanı ile 1404 yılından bu yana dine ve tabulara karşı ticarete, adalete ve özgürlüğe simge olmuş heykel. Ahşap selefi başpiskoposun adamları tarafından yok edilince Hansa tüccarları bu bronz ‑yontulmuş taş heykeli şehrin simgesi olarak gözleri kasten Episkopal Katedraline dikili olarak konumlandırmışlar. Elindeki armada “Vryheit do ik jo openbar” (Size özgürlük müjdeliyorum) yazısı da; halka hakettiklerini anlatıyor. Bir tür manifesto. Neyse ki bizim böyle özgürlük gibi dertlerimiz yok, başörtüsünden öte.
Neyse.. Kendimizi bir yana bırakıp, Roland’ın gözetimi altındaki St Peter’s / Petri Cathedral’ine bir göz atalım şimdi de.
Şehrin Piskoposluğa dönüştürülmesi sürecinde şehirdeki ilk dini yapı-ahşap kilise ilk Misyoner “Frizyan” Aziz Willehad ile başlıyor katedralin hikayesi 789’da. Üç yıl sonra Saksonların saldırısı sonrası neredeyse tamamı yanıyor. Bishop Willerich tarafından 805 yılında bu kez kumtaşı ile yapılsa da yıllarca kullanılmıyor. Danimarkalılar, İsveçliler, Protestan Reformu, Laisizm, dünya savaşları derken aslında bugün gördüğünüz ihtişamlı yapı 1950’de her dönemden verileri kullanarak restore edilmiş ya da neredeyse yeniden inşa edilmiş hali. Yine de; en çok Romanesk ve Gotik unsurları içeren mimarisi, ikiz kuleli cephe ve 100 metreye yaklaşan yüksekliği ile şehrin diğer yüzünün simgesi bugün bu katedral. Aziz Petrus’a verilmiş cennetin anahtarı yine Aziz Petrus’un elinde motiflenmiş. Katedralin birçok yerinde göreceğiniz bir tema bu ve Katedralin yanı sıra şehrin de sembollerinden biri olmuş bu anahtar. Dolaşırken şehrin birçok yerinde gözünüze çarpacak eğer dikkatli bakarsanız. Bremen’in birası Beck’in kullandığı amblem de bu örneğin.
Kiliseye döner ve kısaca özetlersek; 1229 yılından kalma vaftiz taşı, şapeldeki 1365’den kalan güzel el oymaları, tavan işlemeleri, İsveç Kraliçesi Christina’nın armağanı Rokoko mimber ve mumyalar da Katedralin içini; müzesini – kurşun mahzenlerini zenginleştiriyor diyebilirim. Ve zamanınız varsa ve biraz da zahmetli olsa da Katedralin kulelerine çıkarsanız, şehre yukarıdan bakmak hoşunuza gidebilir. Ancak dediğim gibi, 256 basamağı çıkmayı göze almanız gerek. Tabii inmeyi de.
Hemen sonrasında yüzümüzü Roland’ın gücünü aldığı ve 1358 yılından beri üyesi olduğu Hanse birliğinin gelişimini temsil eden Weser Rönesans Belediye Binasına dönebiliriz. 1400’lü yılların başında yapımı başlanan, 15. yüzyılda Gotik tarzda biçimlenen ve 17. yüzyılda Rönesans üslubu ile yenilenen bu bina; şehrin ticareti kadar burjuvazisine, insan haklarının koruma altına alınmasındaki misyonu ve bilimsel çalışmalara her türlü katkılarıyla şehrin gelişimine basamak olmuş. Bina değil tabii ki, burayı kullanan tüccarların ve şehirlilerin temsilcileri. Hem şehir tarihini hem de binayı yakından incelemek adına içeride düzenlenen turlardan birine katılmanızı şiddetle tavsiye ederim. Diğer tavsiyem ise Ratskeller’de bir mola vermeniz. Bu tarihi restoranın hem atmosferi hem sunduklarından keyif alacağınıza eminim. Ratskeller derinliklerinde; Almanya’nın en eski şarap fıçısı; mum ışığı ve gül kokuları arasından size merhaba diyebilir, ya da siz ona… Ancak o kadar… Ne ona ne burada bulunan diğer yüzlerce yıllık şaraplara dokunamasanız bile… Keyfini çıkarın ve tekrar meydana çıkın.
Bremen Mızıkacıları heykelini de hemen bu meydanın köşesinde göreceksiniz. Heykeltraş Gerhard Marcks; bronz malzeme ile 1951 yılında bu ünlü masalın kahramanlarını tasvirlemiş. Adet üzerine bir dilek tutmak ve dileğinizin gerçekleşmesini isterseniz; eşeğin iki bacağını birden aynı anda tutmanız gerekliymiş; ilgilenenlerin bilgisine…
Bir diğer hayvanların betimlendiği ve yine bir hikayesi olan ‑Soghestrasse’ye sokağa adını veren – “Domuz Sürüsü” heykeli de hemen şehir merkezinin başlangıcında, ünlü alışveriş caddesinin girişinde. Hikayesini de geçmişinden taşımış. Çok eskilerden beri artakalanları yesinler diye çobanlar bu pazaryerine domuzcuklarını getirirlermiş akşamüzerleri. Bu tabloyu, bu imgeyi yaşatmak ve korumak üzere; halkın talebiyle yapılmış bu heykelcikler. Başında çobanıyla sevimli mi sevimli…
Tam da burada iken, buradan haraketle Hauptbahnhof’a giden yol üzerindeki köprü ve yel değirmeni Mühle am Wall muhteşem bir görsellik sunuyor. Doğru ışığı ve açıyı yakalarsanız tam kartpostallık derler ya.. İşte öyle bir şey. Şehrin eski duvarlarının bir parçası olarak ya da ilaveten 1815 yılında ilk kez inşa edilmiş ki ismi de buradan geliyor yeldeğirmenin. 1832’de bir yangında tamamen yok olunca 1833’de aynı yerde yenisi yapılıyor ve ancak yine yangınlar ve savaşların tahribatı ile çok kez restore görüyor. 1998 yılındaki son rehabilitasyonuyla yeniden ve tüm zerafeti ile hayata dönüyor bu Hollanda tipli güzel.
Şimdi de başka güzeller, güzellikler bulmak üzere ekspresyonist üsluba varyasyonlu dokunuşlar katan Böttcherstrasse’de dolaşalım biraz. 1922–1931 yılları arasında bir sokağa uygulanmış sanat projesi bu aslında. Eski pazar yeri ile Weser nehri arasında bağlantı oluşturan binalar ve binaların açıldığı sokak burası. Ortaçağların en hareketli merkezlerinden biri. Ancak liman taşınınca yıldızı sönmeye başlıyor; ta ki bu proje ile yenilenene kadar.
Cam, çelik ve beton malzemeler bütünüyle diğer yapılara gerçekten çarpıcı bir kontrast oluşturan Haus Atlantis’i, Glockenspiel’i, Robinson Crusoe-Haus’u; sokağa karakter kazandıran önemli binalar bu sokakta. Ludwig Roselius (kahve devi) ve Becker Müzesini de bu binalarda bulacaksınız. Robinson Crusoe evi için ise; Robinson’un babasının Bremen doğumlu olduğu ve ona ithafen de bu binanın inşa edildiği söyleniyor. Evin girişinde ilk basımı 1719 olan Daniel Defoe’nun bu ünlü romanın hikayelerinden aktarılan resimleri görebilirsiniz. Ve sokakta çan anıtı da zaten atlamanız mümkün değil. Carrillon Meissen’daki ahşap panellere yerleştirilmiş 30 porselen çanın seslerini, – ki halk ezgilerinin tınıları olduğu söyleniyor – de dinleyebilirsiniz. Yani burası küçük müzeleri, galerileri, mahzenleri, sanatı ve sanatçılarıyla bambaşka bir dünya. Şehrin birçok kalplerinden ve en önemlilerinden biri. Buradaki restoranlardan birinde yerli şarapların, biraların tadına varmak ve bölgenin yerel mutfaklarını denemek oldukça iyi bir fikir olabilir.
Bu lezzetli moladan sonra yine merkeze doğru dönersek; görmemiz gereken daha çok şey olduğunu biliyoruz.
Şehrin karakteristiklerinden bir diğeri de tasarımı mimar Johan den Buschener’e ait olan 1537–1538 yılları arasında Rönesans tüslubu ile yapılmış Ticaret Odası binası bunlardan yanlızca biri. Yaklaşık 60 yıl sonra yapılan restorasyon çalışmaları sırasında ön yüzü tüccarları ve Almanya’yı vurgulayan motiflerle süslenmiş bu bina, eski pazarın hemen yanında.
Diğerleri; Günter Grass Vakfı’na ait ve Alman Filarmoni Oda Orkestrasına ev sahipliği yapan Stadwaage sanat merkezi, parlemento binası, Almanya’nın en önemlilerinden biri olan Kunsthalle galerisi, Weserburg Modern Sanat Müzesi. Ve tabii rengarek, dik çatılı, evleri ve dahası..
Rengarenk evler deyince; labirenti andıran sokakları, 14. yüzyıl sonu – 16 yüzyıl başından bugüne gelen evleri ve tabii olmazsa olmaz cafe ve restoranlarıyla Scnhoor Mahallesi de Bremen’in en eski yerleşimlerinden. Zamanın balıkçılarının mesken tuttuğu bu küçücük bölge; kendinden büyük hikayelere ya da gerçeklerden yola çıkmış efsanelere de kaynak olmuş. Hikayelerden biri şöyle: 1835 yılında Bremen şehrinde doğan Holtenbeen; limanda çalışırken geçirdiği kaza sonucu herkesin yardımıyla varlığını sürdüren biri ve bugün hala kullanılan Platt Deutsch “bir alman diyalekti”.. Bu diyalekt ile aktardığı deyişler günümüze kadar geliyor. Bölgenin bölgeye özgü Nasreddin Hocası gibi. Tabii bu diyalekti yaşatmak için de 1973’te kurulan enstitünün de katkılarını unurmamak gerek. Yaşamını betimleyen anıtı ara avluda bulacaksınız.
Ve yine bu bölgeden, başka ama hep bilinen bir öykü. 9–10 Kasım 1938 gecesi Nazilerce 5 Yahudinin katladilmesi ki “Meşhur Kristal Gecesi” adı verilmiş, yine aynı gece mahallenin sinegogunun da yakılması. Bremen’in ve Bremenlilerin hala suçluluk duyduğu neredeyse tek yanlışları. Bu olayların ve o gecenin anısına sembolik bir anıtı da burada görebilirsiniz. Ve çeşmeyi.… Ve ama en eski kahvesinde, kahvelerden birinde bir mola vererek bu minik mahalleden çıkmış, Bremen’e, Almanya’ya malolmuş bu anlatıları daha da zenginleştirir, daha birçoğunu da öğrenebilirsiniz.
Ya da belki Denizcilik Müzesi’ne, Bilim Müzesi’ne ‑ki 2005 yılında, Bremen şehri “Bilimler Şehri” olarak ödüllendirilmiş ve bu birikimini müzelerde çok güzel aktarıyor – zaman ayırabilir ya da nehir boyunca bir geziyi tercih edersiniz. Karar sizin… Ya da belki Marktplatz’a dönmek istersiniz. Belki de bu ova şehirdeki teras bahçelere ve bu bahçelerin sunduğu manzara ve dinginliğe de göz atmak isteyebilirsiniz. Her ne yaparsanız hep bir kez daha yapmak isteyeceğiniz bir şehirdesiniz, Keyfini çıkarın.
Ah! Unutuyordum… Bremen’in denize açılan kapısı, şehrin limanı Bremerhaven; görülmeye değer doğasının yanı sıra geziden “farklı” beklentileri olanlar, yalnız seyahat edenler için eğlence ve kaçamaklara geniş bir skala sunuyor. (Ben bilmiyorum, arkadaşım anlattı.) diye kısa bir not.
Yollarımız hep açık olsun.