GEZİ / HAZİRAN 2016
Slovakya’nın hep kendi dinamikleri ile ve hep kendi koşullarında nefes almış başşehri… Biraz küskün, biraz mahzun. Belki de Nazi’lerle yaptıkları anlaşmalardan ve Yahudi kıyımında oynadıkları rolden hemen sonra faşizmden komünizme hızlı geçiş, ya da her neyse nedeni…
Yani biraz daha yakından bakılası. Aslında uğramaktan öte, gidilesi görülesi bir yer diye düşünerek Bratislava’ya düşürdük yolumuzu bu kez de… Bize ne anlatacak şehir diye büyük bir merakla üstelik.
Öncelikle tarihine bir göz atacağız ve sonra o tarihin bugünlere nasıl taşındığına…
Arkeolojik verilerden yola çıkarak, M.Ö. 5000’lere, Neolitik çağlara dayanan bir yaşam alanından bahsedebiliriz burada. Ve Avrupa’nın birçok bölgesinde olduğu gibi Keltler ve 1. ve 5. yüzyıllarda Romalılar’ın askeri üstleri ve dolayısıyla yerleşim alanı olmuş bu topraklar. Avrupa göçü, Slavların yerleşmesi, yakın yerleşkelerdeki diğer egemen güçlerin arasında gidip gelmelerle biçimlenen geçmişi yakın tarihe kadar da böyle devam ediyor aslında, zaman zaman bağımsız olsa da.
600’lü yılların başında Samo egemenliği altında bir kabilesi – Avarlar- 800’lü yılların son yarısına kadar Slav İmparatorluğunun önemli bir kalesi olsa da, 895 yılında Macarlarla yapılan savaştan sonra uzun yıllar Macaristan’ın sınırlarına dahil ediliyor Bratislava. Şehir hakkındaki ilk yazılı kanıt da yaklaşık bu döneme ait, Salzburg yıllıklarında ve 907 yılı tarihli.
Moğol istilası dahil birçok yıkımdan sonra; 1292 yılında şehir statüsüne, 1405’te kraliyet şehri ünvanına, 1536–1784 yılları arasında Macaristan’ın başkenti olma ayrıcalığına sahip kent; bu sürecin farklı dönemlerinde kendisini birebir etkileyen savaşlara, yangınlara, salgınlara rağmen; bilim, sanat, ticaret alanında özellikle 1400’lü yıllarda kurulan Üniversitesi, 18. yüzyılda Slovak Ulusal ve Kültürel hareketiyle bölgenin öncülerinden. Ancak Habsburg hanedanlığı ve Napolyon’un saldırılarıyla yeniden biçimlenirken sınırlar, başkent ünvanını da kaybediyor Bratislava. Ve 1. Dünya Savaşı, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndaki tercihleriyle kaderi çok daha kökten değişiyor şehrin.
Avusturya-Macaristan’ın 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisiyle Çekoslavakya’ya devşirilen Brarislava’yı 2. Dünya Savaşı başlarında, 1939 yılında Nazi Slovak başkenti olarak görüyoruz. Savaşın bitimi, 1945 yılında Sovyetler’in bölgeye hakimiyeti, Slovak Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti olması ve sonrasında 1993 yılında bağımsız Slovak Cumhuriyeti’nin başkenti olmasına kadar geçen çalkantılı döneme de “Kadife Devrim” damgasını vurmuş.
Çok kısaca üzerinden geçmeye çalıştığım tarihinin ayrıntılarında boğulmadan biz şimdi AB’nin en yeni başkentlerinden olan şehrimizi tanımaya başlayalım isterseniz. Mutlaka görülmesi gereken yerlerin çoğu neredeyse merkezde, eskişehirde ve eskişehir de nerdeyse avuç içi kadar derler ya, işte o kadar… Bu yüzden detaylara daha çok hakim olarak gezmek olası. Zamanı kısıtlı tutanlar için bile.
Karpatlar, Alpler ve Tuna’nın, yerleşim, geçit ve korunma sarmalında en eski tarihlerden beri varlığını devam ettiren Bratislava Kalesi ilk gözümüze çarpan. Aslında Bratislava’nın da M.Ö. 3500’lü yıllara dayanan geçmişini günümüze taşıyor. Bu yüzdendir ki şehrin en önemli yapılarından biri. Keltler ve Roma’lıların da müstahkem yerleşkesi olan; 8. yüzyıl sonunda , 9. yüzyılın ilk yarısında (Nitra Prensliği zamanında) Slavlara geçen kale ahşap surlarla genişletilmiş, ikinci yarısında da bir saray ve büyük bir bazilika eklenerek bu bölüm taş surlarla çevrilmiş. 10. yüzyılda surların tamamı taş yapıyla örülmeye başlansa da 800’lü yılların başlarında hızlanmış surların tamamlanması ve Macaristan krallığının merkezlerinden biri olduğunda ise ana kule inşasıyla neredeyse büyük bir kısmı Proto-Romanesk bir saraya dönüştürülmüş. 15. yüzyılda da doğu yönü, büyütülen/eklenen kuleleri, Gotik bir kapı ve aynı üslupta saray tadilatı, Maria Theresia döneminde (1740−1780) barok üslup ile surun batı kanadı; saray ilavesi muhteşem bir giriş holü, sağlam Rokoko merdiven ve merdivenlerle güney hattı idare bölümü ayrılmış. 1800’lü yıllarda neredeyse tamamen bir garnizona dönüştürülüp sonrasında da yıllarca boş kalmış, harabeye dönmüş. Bugünkü görünümü; bünyesinde zaten olan Rönesans-Gotik- Barok üsluplar kullanılarak, 1953 yılında başlayan restorasyon çalışmalarıyla tamamlanmış. Tarihi kadar efsaneleri, hikayeleri ile de gönlümüzü çelen bu kaleyi gezdikten sonra, belki siz kısa bir molada iken biz de size bölgenin diğer önemli kalesi Devin hakkında hemen bir şeyler aktarabiliriz.
Şehrin biraz dışında, Tuna ve Morava nehirlerinin birleştiği noktada, 200 metreden daha yüksek bir tepe üzerinde oldukça stratejik bir noktada ve yine neolotik çağlara başlayıp tunç-demir çağlarında güçlendirilmiş müstahkem bir yerleşke, Devin kalesi. Geçmişi böyle çok eskilere dayansa da kaleyle ilgili ilk yazılı kaynağa 864 yılında rastlıyoruz. Macar kırallığının batı sınırını korumak üzere inşa edilen “taştan kale”nin varlığı ile ilgili veri ise 1271 yılına dayanıyor. Moravya dönemde bir Hıristiyan kilisesi kompleksi ilave ediliyor kaleye. 15. yüzyılda da bir saray. Osmanlı saldırıları sırasında çokça takviye edilmiş, Osmanlıların yenilgisinden sonra bir dönem daha ordu tarafından kullanılıp sonrasında özel mülk olarak bugünlere taşımış kendini. Arkeolojik kazılar, minik gözetleme kulesi (kız kulesi), her dönemden aktarımları sunan duvarları, avluları, bahçeleri ile görülesi ve olmazsa olmaz hikayelieriyle dinlenesi bir yer. Restorasyon uzun zamandır devam ediyor. Umarım sizin ziyaretiniz sırasında büyük bölümü/hepsi tamamlanmış olur.
Kalelerden sonra saraylara bir göz atalım isterseniz. Hem taşıdığı misyon (farklı dönemler- geçirdiği sosyal, fiziki, siyasi evreler), hem de görsellik adına; aslında Grassalkovich Sarayı’nı etkileyici bulabilirsiniz. Rokoko/Geç Barok döneminin esintileriyle bir yazlık saray olarak başlıyor macerası bu sarayın. Mimar Anton Mayerhofer tarafından, Kont Antal Grassalkovich adına 1760 yılında inşa ediliyor. Joseph von Pichler’in fresklerle süslediği şapel, o muazzam merdivenler, ince işçilikle bezeli odalar, Fransız tarzı bir bahçe ve yine hikayeler… Sanatın, bölgesel aristokrasinin, askeriyenin ve sonrasında komünizm döneminde eğitimin, bugün de Slovakya başkanının ikametgahı olan saray; yaşadığı her evreyi dikkatle bakarsanız gözlerinizin önüne seriveriyor saray, tabii biraz da hayal gücü ile beslemeniz gerekiyor.
Jan Nepomuk Hummel’in (Besteci) heykelini artık parka dönüştürülmüş saray bahçesinde gördüğünüzde o hayal gücüne ulaşmanız daha da olası.Barok müziğin merkezi haline getirmişti bu sarayı besteleriyle Hummel. Joseph Haydn da burada bazı eserlerinin prömiyerini yapıyordu. Aristokrasinin en üst tabakalarının çok özel kutlamalarına, aşklarına ve düellolarına sahne olurken hayal edebilirsiniz burayı. Maria Theresia’yı da merdivenlerde…
Zichy Sarayı ise 1775 yılında Kont Francis Zichy emriyle inşa edilmiş. 1980’de restorasyon gören ve klasizmin en iyi örneklerinden olan bu yapı bugün çeşitli tören ve kutlamalara ev sahipliği yapıyor.
Pállfy Sarayı da 1747 yılında eski bir binanın temelleri üzerinde ve barok üslubuyla yeniden inşa edilmiş. Ve hepsinin kendi hikayeleri var hayaletleri arasında…
1778 ve 1781 yılları arasında inşa edilmiş Primatial Meydanı’na bakan klasisizm tarzı cepheye sahip ön kanatı ile Primatial Sarayı ise; sadece içerisindeki halıları görmek için bile ziyarete değer. Trajik bir aşk efsanesine de kulak verebilirsiniz bu binada.
Neyse, salt-somut gerçeğe dönelim biz ve belki bir moladan sonra; her zaman (Komünizm döneminde bu anlamda zorlandıklarını düşünüyorum) dinsel inanışları güçlü olan bu insanların ibadet evlerine şöyle bir göz atalım ve katedralden önce beni işçiliği ile etkileyen kiliseye bakalım birlikte.
Genellikle Blue Church olarak bilinen ve Andrew II’in kızı Elizabeth’e adanan Elisabeth Kilisesi’nin “mavi kilise” olarak anılmasının nedeni; dış cephenin ve özellikle çatının mavi ağırlıklı mozaik, çini, camlarla bezeli olması. Ayrılıkçı formların ve Macar Art Nouveau tarzının belirgin öğelerine sahip bir kilise burası. Ön zemin oval ve yaklaşık 37 metre yüksekliğinde silindirik bir kuleye sahip. Başta kubbe şeklinde bir çatı planlanmış ama onun yerine beşik tonozlu geçme çatı yapılmış. Ana ve yan girişlerdeki sütunlara baktığınızda Romanesk havasının yanı sıra biraz oryantal sapmalar da göreceksiniz bence. 1907–1908 yılları arasında inşa edilen bu kilisenin içine de bir bakmak isterseniz birçok ayrıntının yanı sıra kiliseye adını veren Elisabeth’in fakirlere sadaka verirken tasvir edilmiş bir ilüstrasyonunu görebilirsiniz.

St. Martin Katedrali ise; yine eski bir kilisenin temelleri üzerine ve o eski kilisenin varlığını da sergileyerek ve hep ilavelerle, restorasyonlarla bugüne kadar geliyor. 1221’de Romanesk kiliseye ön ve içerideki Gotik ekler, iyileştirmelerle ve savunma amaçlı kule ilavesiyle 1291 yılında tamamlanıp, 1452 yılında da kutsanarak üç nefli bir katedral olarak sunuluyor hizmete. Çek Kralı Wenceslas IV’ün dul eşi Bavaria Sophia, St Anne, St John ve ana şapel olmak üzere 4 şapel barındırıyor bünyesinde bu katedral. Çoğunun kurşundan yapıldığını sandığım Orta Avrupa’nın ilk sanatsal eserlerini görebilirsiniz içeride. Georg Raphael Donner’in imzasını taşıyan ana sunak ve St Martin’in paylaşıma övgüsü olarak nitelenen figürler de kendi hikayesini anlatıyor. 1563 ‑1830 yılları arasında Macar Krallığının taç giyme törenlerinin yapıldığı bu Katedralin kulesi de Macar Kraliyet tacı ile taçlandırılmış. Yaklaşık 300 kg.
Buradan hemen sonra Bratislava Kent Müzesi’ne hızlıca bir göz atabiliriz isterseniz. 1868 yılından bu yana hizmet veren müze; Bratislava tarihine ve yaşam kesitlerine ışık tutarken Slovakya tarihini de gözler önüne seriyor. Hemen meydanda öncesi ya da sonrası bir mola vererek bu müzeye de zaman ayırmak, geziyi sizin için daha da anlamlı kılabilir diye düşünüyorum.
Biraz da sokaklarda caddelerde olanlara şöyle bir bakalım dediğimizde; şehre girerken ya da gezerken farkedeceğiniz gibi Michael Kulesi, caddesi, kapısı şehrin merkezine açılan 4 ana girişin dışında ve en önemlisi. Balıkçılar Kapısı, Panská ve Laurinska sokaklarını birleştiren kavşak ise şehrin en canlı yeri. Fisherman (Balıkçı) Caddesi’nin başında elinde şapkasıyla size merhaba diyen gerçek boyutlarında adamın heykeli, hemen alt sokakta Cumill, kanalizasyondan çıkan işçi/gözetleyen işsiz. Ve daha nice heykellerle bezenmiş kaldırım taşlı sokakları, küçük-büyük meydanlarıyla neredeyse Ortaçağ’dan kalmış gibi bir küçük eski şehir.
Ana meydanda, meydana açılan çok güzel mimari öğelerle süslenmiş alt geçidiyle eski belediye binası, kent müzesi ve çeşme. Ve kafelerden birini seçerek oturabileceğiniz mola yeri. Fransisken Meydanı ise 13. yüzyıldan kalma bir manastır, Fransisken Kilisesi ve Rokoko tarzında saray evleriyle, tarihi yapılarla çevrili sessiz, sakin, geçmişin seslerini dinleyebileceğiniz bir alan. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın olduğu Hodza Meydanı , Tuna’nın sol kıyısı, devamında ulusal müze, doğa müzesi ve ulusal tiyarronun da bulunduğu, şehrin yine en canlı meydanı olan Hviezdoslav.
Hemen biraz dışarıda, 1957 yılında yapımına başlanıp 1960’da açılan, bir yıl sonra ulusal kültür anıtı olan Slav askerleri mezarlığı; tasarımını Ján Světlík’in yaptığı bu abide A. Trizuljak tarafından tasarlanan yaklaşık 40 metre yükseklikteki bir direkte 11 metrelik bir asker heykeli ve R. Pribiš tarafından kabartmalarla süslenmiş anıt-oditoryumun bronz keson kapısı ile görülesi.
Ve biraz daha zamanınız varsa Gerulata’ya, Roma askeri kampının bulunduğu yere kadar da bir uzanabilirsiniz isterseniz. Ya da kent müzesine gitmişseniz o duvarlarının bir parçasını görmüşsünüzdür muhtemelen.
Çoğu gezginin hiçbirşey yok dediği bu küçücük şehir; aslında/göreceğiniz gibi kendisini, katmanlarını birer birer açarak çok şey anlatacak size ve yerel biralarını da çok seveceksiniz diye düşünüyorum tabii hafif aromalı biraları seviyorsanız… Keyfini çıkarın.
Yollarımız hep açık olsun.