Almanya ne kadar sanayii ülkesi olarak bilinse de –ki sanayii ile doğa çok iyi dengelenmiş ülkede– Bavyera eyaletindeki bu şehri görünce önyargılarınızı bir daha gözden geçirecek ve gezmekten öte yapabilecek olsanız sürekli yaşamak isteyeceksiniz bu şehirde.
Franken Jura dağları eteklerindeki Bamberg için söylenebilecekler sadece dünyaca ünlü Senfoni orkestrası ve birası değil; tarihi, sanatı uygarlığı ve uygarlığa dair herşeyi her köşesinde soluyacağınız bir şehir olduğu.
Bugünün en iyi üniversiteleri arasında olan görkemli binası ile Bamberg üniversitesi 1647 yılında “Bavyera’da Academia Bambergensis” adıyla kurulmuş. Şehirdeki yaşama dair bütün disiplinlerin uyumunda, bu köklü kurumun etkisi yadsınamaz gibi. Alman dilinde ilk kitabın 1459 da burada basılmış olduğunu duyduğumda da bu yüzden şaşırmadım.
970’lerde Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde bağımsız bir Prens-Piskoposluk bölgesinin başkenti iken Kral II. Heinrich 1002 yılında tahta geçtikten sonra belki de sadece doğası nedeniyle sayfiye yeri olarak kullanmış burayı. Adını da bu dönemde yakındaki Babenberg şatosundan aldığı söyleniyor.
İçinden iki yakayı birbirine bağlayan köprüleriyle Regnitz nehri geçiyor Bamberg’in. Obere (yukarı) ve Untere (aşağı) köprüleri. Untere köprüsü savaşta zarar gören ender yapılardan biri. 1945’de bombalanmasından sonra belki de kırgınlıktan yerine küçük ve gösterişsiz bir köprü yapılmış. Köprü üzerinde Almanların pek sevdikleri kraliçeleri Kunigunde’nin heykeli mevcut. 1450’lerde yapılan Obere köprüsü ise 1720’lerde yapılmış kulesi bu güne kadar gelmiş hiç bozulmadan. Taş işçiliğiyle dikkati çeken köprünün hemen yanındaki kitapçı bugün bütün detayları ile aklımda.
17. yy’da pek de insancıl olmayan uygulamalara sahne olduğunu öğrenmekse şaşırttı beni. Dinsel dürtülerin ve söylencelerin de etkisi ile bölgede kapsamlı bir cadı avı başlatılıyor bu dönemde. Yakaladıkları biraz farklı insanları, “cadılıkla suçlanıp” cezalandırıyorlar. Sadece bu nedenle Drudenhaus yani “cadılar için cezaevi” inşa edilmiş 1627 yılında. Bu bina artık yok, yerini bile öğrenemedim. Yıllar arasında değil yüzyıllar arasında gidip gelirken bu nahoş olayı o dönemin gerçekliğinde bırakıp şehre dönüverdim yüzümü.
12. yy’da barok stili altın çağına taşıdığını ve Almanya’nın diğer şehirlerinin yanı sıra Macaristan’ın mimarisini de etkilediğini öğreniyorum Bamberg’in. İçinden geçen nehir iki kanalla üçe ayılmış. Tarihi yapıları iç içe geçerek suyla öylesine barışık, öylesine bütünleşmiş ki ister uzaktan, ister yakından bakın hep seyretmek isteyeceğiniz tablo gibi. Ve tabii UNESCO Dünya Mirası listesinde.
19. yy başlarında 30 Yıl Savaşları sırasında birkaç kez işgal edilmiş ve 2. Dünya Savaşı’nı yaşamış olsa da bu evreleri neredeyse hasarsız atlatarak 3 binin üzerindeki tarihi yapıyı günümüze aktarmayı başarmış.
Yıkılan eski Untere Köprüsü şehrin en büyük kayıplarından biri ama ortaçağdan günümüze aktarılan mimarisi, yürürken her köşeden duyacağınız dünyaca ünlü senfoni orkestrası, şahane doğası, gelişmiş şehircilik anlayışı yani bütün dokularıyla ancak düşlenebilir ütopya gibi bu şehir.
Doğanın kültürün sanatın tarihin soluğu tüm şehre yayılmış. Müzeleri, galerileri, kiliseleri, tiyatroları ve çevreye uyumlu evleriyle, sebze ve çiçek pazarları kurulan meydanları ve beni çok etkileyen kitapçılarıyla, dar romantik sokaklarıyla, festivalleriyle doyumsuz tadlar bırakıyor bizim anılarınıza.
Adım adım her noktasından keyif alacağınız bu şehirin seyir ve gezi için en iyi başlangıç noktası 1251’den kalma kulesi ile Altenburg Kalesi. İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş bu şehrin 7 tepesinden en yükseği üzerinde eskiden başpiskopos malikanesi olarak kullanılan bu yapı tüm vadiye hakim.
Ve hazır buradayken diğer bir başlangıçta burada bölgenin isli birasını “Schlenkerla Rauchbier”ı denemek olabilir. Bamberg şehrinde 1678 yılından beri üretiliyormuş bu bira. Arpa maltı, kayın ağacı odununun kömürü ile isleniyormuş o yoğun bir tadı elde etmek için. Ve bu tad bozulmasın diye pastörize edilmeden sekiz ay raf ömrü konarak satışa sunuluyormuş. Gerçekten farklı bir aroması var. Herkes sevmeyebilir ama denenmeli. Ben pek sevemedim.
Hemen sonrasında Dom meydanına bakmak isteyeceksiniz. Ve göreceksiniz ki Dom Katedrali, hemen yanında eski piskoposluk sarayı, diğer tarafta yeni saray binası Neue Residenz ile Dom Meydanı tarihin resmi geçidi gibi.

Geç romanesk – erken gotik usluplarının karışımı olduğunu öğrendiğim mimarisi, etkileyici imparator giriş kapısı Marienpforte ile Dom Katedrali 1004 yılında inşa edilmiş. Yangın yüzünden zarar görünce de 1237 yılında yenilenmiş. 4 kuleli bu muazzam bina asıl hazinelerini ise içerisinde saklamakta. İsimsiz Bamberg’li Atlı heykeli –ki heykelin altındaki kaide Kudüs şehrini simgeliyormuş diyorlar– erken gotik dönemden kalan en eski atlı heykel olması ile de çok önemli, Adem, Havva, Davut heykelleri Hz. İsa’nın doğumunu betimleyen Noel Altarı, Kral Heinrich ve eşi Kunigunde’nin lahitleri, II. Clemens’in lahiti ile ve diğer bir çok eserle bir müzeden farksız.
Dom’dan başka Kara kubbeleri her yerden görülen St. Michael kilisesi de görülmeli. 1015 yılında kurulmuş olan bir Benedikten manastırının yerine 1121 yılında yapılmış bu kilise. Tavanında 600 şifalı bitki türünün resimleri var ve bu nedenle tavanına botanik bahçesi deniyor. Kermelit Manastırları ile St. Jakob ve Obere Pfarre kiliseleri de yine görmeye değer ve şehre görsel katkıları da gözardı edilemez diye not düşerek meydandaki diğer binaya, yeni belediye binasına geçelim.
Neues Rathaus, eski belediye binası yeterli gelmeyince 1695–1704 yıllarında yapılmış. 1732–34 yıllrında eklemelerle tamamlanmış. Gotik ve Rokoko üslubu, tavan süsleri ve iç avlusundaki peysajı ile etkileyici bu bina günümüzde tarih-resim müzesi olarak kullanılıyor.

Eski belediye binasının öyküsü çok daha ilginç aslında. Rathaus için Psikopos ile halk arasında binanın yeri ile ilgili anlaşmazlık çıkmış ve psikopos yer bağışlamayı reddetmiş. (Sanırım piskopos erkinin geleceğini tehdit altında gördü.) Ancak halk yaratıcılığını kullanarak 1440–1453 yıllarında nehirdeki küçük bir ada üzerine “Rathaus” eski belediye binasını inşa etmiş ve iki köprü ile de karaya bağlamış. 1744–56 yıllarında elden geçirilen bina bugün müze ve galeri olarak kullanılıyor. Bina mı, duyduğum öykü mü daha etkileyici idi bilmiyorum ama bu binayı gezdikten sonra bu şehre sempatim daha da arttı.
Sırtını bu binaya dayadığı için ayakta olan Rottmeisterhaus’un ise 1688 yılında yapıldığını öğrendik. Savaş zamanları halk bölüklerinin başkanı için yapılmış kült bina nehirde yüzüyor gibi.

Belediye binasının hemen altından geçip şehrin en çok sevilen meydanlarından bir diğerine Martin Kilisesi ve Neptün Çeşmesi’nin bulunduğu alana gelirsiniz; çeşme 1689 tarihli. Ve Grünermarkt’dan devam ederseniz şehrin en büyük meydanı Maxplatz’a geleceksiniz. Yine hemen yakındaki Almanların “Küçük Venedik” diye adlandırdıkları bölgeyi de sakın atlamayın.
Yaşamın, yaşanmışlığın en uygar yansıması gibi bu şehir.